5 Mayıs 2008 Pazartesi

Kitap Kimlikleri: Kitap Kapakları

Elif Yıldız

Kitap kapağı, kitabın kimliğini, neliğini anlamak için bakacağımız ilk veridir. Bu nedenle kapak, kitabı okuyup okumama kararını vermek için bize yol gösterirken, resimleri de kitaptaki karakterler, mekan ve yazarı somutlaştıracağımız bir alana dönüşür.

Kapağının isimlendirdiği kitaplar bile vardır. İçinde büyülerin ve gizemlerin olduğu rivayet edilen “Kara Kitap” bu kitapların başındadır. Hatta Suat Derviş ve Orhan Pamuk bu kitaptan esinle bir romanlarına kara kitap ismini verir. Kitap kapakları tarihsel serüveni boyunca siyasi ve toplumsal değişimlerden çok fazla etkilenir. Türklerin Anadolu'ya gelişi ve Arap kültürüne yakınlaşması ile Selçuklu ve Beylikler döneminde arabesk desenlerin kullanıldığı kapaklarda, Osmanlı döneminde klasik ciltçilik doruğa ulaşmış, kapaklar İslam sanatlarının uygulama alanı haline gelmiştir. Altın ve kıymetli taşlar, iç kapakta ebru desenleri kitapları zenginleştirmiştir. 17. yy'la birlikte Batı etkisi ile natüralist çiçek motifleri ve sadeleşme başlar. 18. ve 19.yüzyıl'da barok sanatı etkisi ile kadife kapaklar da rağbet görür. Almanya ile yakınlaşmamız Alman tarzı ebru üzerine kitap etiketi olan kapakların yaygınlaşmasını, sonraki yıllarda Fransa ile yakınlaşmamız yazıların düz bir fon üzerinde hakim olduğu sade kapakların moda olmasını beraberinde getirir. Bu akımı tercih eden yazarların başında Sezai Karakoç gelir. 1960'lı yıllarda ise Fransız tarzı yerini dünyanın yükselen gücü Amerika'nın popüler kapak tarzına bırakır. Resim ve illüstrasyonun öne çıktığı kapaklar güzel sanatlar akademileri mezunlarına yeni bir çalışma alanı doğurur. Kadın figürü kitaplarda yoğun olarak kullanılmaktadır. Erkek kullanılsa bile kadının arkasındadır daima. Hidayet romanlarında da başörtülü kadınlar yüz kısmıyla kapakları süsler. Fakat yüzleri çoğunlukla hüzünlü ve yere bakmaktadır. Çocuk kitaplarında da kadınsı yüzlere sahip kız çocukları öne çıkar. O günden bu güne dek macera romanlarında vazgeçilmeyen tek şey ise kapaklardaki kan lekesi olur. Günümüz kitap kapakları bilgisayar kullanımıyla zirveye oturan grafik tasarımlarının egemenliğinde. El sanatlarını geri plana iten grafik kapaklarda tasarımcılar yine de teknolojinin bir adım ötesine geçen tasarımcıların başarılı olduğunu söylüyor. Türkiye'de somut kitap kapaklarını daha çok ilgi gördüğünü anlatan tasarımcılar yayınevleri, yazar ve okuyucu ile sanat ve pazarlama alanları arasında kendi özgün fikirlerini yansıtmaya çalışıyor. Bu ayki sayımızda tasarımcılar ve kitap kapağı fotoğrafçılarını konuk ettik.

Cumhuriyetin ilk yıllarında kitaplar tablo güzelliğindeydi

HALUK ÖZÖZLÜ (KİTAP KAPAĞI FOTOĞRAFÇISI)
Kitap kapakları, yazarların yapıtlarının belki de en gizemli kalan bölümleridir. Osmanlı döneminde kitap kapaklarının büyük bölümü kaligrafik özellik taşıyordu. Türk halkının Latin harflerini öğrenmesinden sonra Batı tarzı yaşamı işleyen romanlar da vitrinleri süsledi. Cumhuriyet'in ilk yıllarının toplumsal değişimini aktaran kitapların kapakları tablo güzelliğindeydi. Bu dönemde Hüseyin Rahmi, Nezihe Muhiddin, İskender Sertelli, Peyami Safa, Ethem İzzet Benice, Peride Celal gibi çok satan yazarın kitaplarının en büyük özelliği renkli kapaklarla basılmış olmalarıydı. Kapaklar tamamen roman konusu ile ilgili idi. Kitabın içinde fotoğraf olmadığından okuyucu kitap kapağından yola çıkarak; cinayeti bu işlemiş, bu aşkı bu kadın yaşamış diye tahayyül ediyordu. Bu dönem kitaplarında hafif şişman Türkan Şoray tipi kadınların öne çıktığı görülüyor. Kadının yoğun kullanımı, kadının o dönem için merak konusu olmasından kaynaklanıyordu. Kitap kapaklarını yapan ressamlardan en ünlüsü özellikle tarihi romanların kapaklarındaki başarısı ile Münif Fehim'di. Mashar Apa, Nihat Öcal, Ali Güven, Sedat Erbil, Sadi Dinççağ, Yücel, Sururi de döneme damgasını vuran isimlerden.
Ben uzun yıllar kitap kapakları için fotoğraf çektim. Bu dönemde kitapları okumak yerine fotoğrafını çekeceğim yazarı tanımaya ve onların düşünsel yapısını tek karede vermeğe çalışırım. Yazarı tanıdıkça doğru fotoğrafı bulacağıma inanıyorum. Vedat Günyol ile “Vedat Günyol'a Armağan 100'e 5 Vardı” isimli son kitabında sanki bir elveda fotoğrafı yakalamışım. Bu kitaptan yayınlandıktan sonra ustayı kaybettik. Tarık Dursun K., Adnan Binyazar, Ferit Edgü, Ahmet Oktay, Demir Özlü, Füsun Akatlı kitap kapaklarında fotoğraf tercih ediyor. Onların kitaplarına fotoğraf çekiyorum. Bu yazarlar için kitap kapağında fotoğraflarının yer alması okurla iletişime geçme anlamına geliyor.

Okurla kitabın karşılaşma anı

NAHİDE DİKEL (YAPI KREDİ YAYINLARI)
Kitabın kapak tasarımı kitabın okuyucuyla kurduğu ilişkide ve satışında çok önemli bir yere sahip. Kitap kapağı okuyucunun kitapla ilk karşılaşmasıdır, içine girmeden önce dikkatini çeken birinci unsurdur. Kapağını tasarladığım kitabı okumaya çalışıyorum. Ama okumuş olsam bile kitabın editörüyle mutlaka konuşup fikir alışverişinde bulunuruz. Her kitapta farklı bir yol izlenir. Bazen yazarın, bazen tasarımcının aklında bir proje vardır. Bazen kitabın sadece adı tasarımcıya yol gösterir. Son yıllarda teknolojinin kitap kapağı tasarımında etkin rol oynamasıyla özellikle geliştirilen programlar sayesinde kapakta kullanılacak olan öğe üzerinde inanılmaz şeyler yapılabiliyor. İnternetin getirdiği araştırma yapma imkanını ve dünyadaki kitap tasarımı konusundaki gelişmeleri takip imkanı bizi özgürleştiriyor. Yazarın bütün eserlerini basıyor isek, yazar hayatta değilse ya da kitabın türü müsait ise fotoğraflarını kapaklarda kullanmayı tercih ediyoruz. Türkiye'deki kitap tasarımlarını ilginç ve zengin buluyorum.

"İlk bakışta aşk" etkisi yaratmalı

MESUT SARI (SELİS YAYINLARI)
Kapak tasarımı kitaba uyumu kadar pazarlama açısından da çekici olmalı. Çünkü okuyucu kitabı ya tavsiye, ya reklam ya da kitapçıda kitap kapağı ile 2-3 saniyelik bir karşılaşma sonucu alıyor. Tasarımcı kitabı anlatamamışsa bu sürede okuyucuyu çekemez. Erkan Yavi'nin şu sözü benim bu alandaki çalışmalarımda rehberim oldu: “Kitap kapağı kitabın yüzüdür, çehresidir. Bu öyle bir çehre ki içerik olarak da kişiyi yakalamalıdır. Bu yüzden belli bir kesimle değil herkesle iletişim kurabilmelidir.” Kitabın kapağı kadar arka kapağı da önemli. Buranın cazibesini sağlayacak olan ise editörün arka kapak metnidir. Kitap sırtında ise dikkat edilmesi gereken ne kadar ince bir kitap olursa olsun kitap adının okunabilmesi. Ülkemizde soyut kapak çalışmaları ilgi görmüyor. Okuyucular içlerinde kendini görecekleri fotoğraflardan etkileniyor. Aileyi anlatacaksak aile fotoğrafı kullanıyoruz ki okur o aile ile özdeşleşsin. Kitaptaki karakterleri somutlaştırsın, onlarla görsel bir iletişim kursun. Yazarın yüzü tanınmışsa, insanlar o yüzü seviyorsa yazarın fotoğraflarını kullanmayı tercih ediyoruz. Kitap akademikse yazının baskın olduğu kapaklar, çocuk ise yazılarda daha hareketli karakterler kullanıyoruz. Her rengin psikolojisi var. Gençlere yönelik bir kitap üzerinde çalışıyorsak özgürlüğün rengi maviyi, aile kitabıysa samimiyetin rengi turuncuyu, çocuklar içinse hareketin rengi kırmızıyı fon olarak seçiyoruz. Tarihi kitaplarda mutlaka tarihi bir sahneye yer veriyoruz. Bazı yayınevleri logosunu büyük tutuyor. Çünkü okur için kitabın bazı yayınevlerinden çıkmış olması önem arz ediyor. Can Yayınları da okurları ile böyle bir ilişki içinde. Bu yüzden kitap kapakları birbirine benziyor ve logosu önemli bir yer tutuyor.

Polisiye kapağı için bir kanlı bıçak yetiyor

ZEYİD ONUR SÖNMEZ (MİNYATÜR AJANS)
1940'lı yıllardan sonra eşyanın değişimi kitap kapaklarına da yansıdı. Özellikle çizgilerdeki kabalıklar ve kalınlıklar değişime uğradı. Bilgisayarla beraber birçok obje de kitap kapaklarında daha rahat kullanılır oldu. Eskiden sanat akademisi mezunlarının çalıştığı bu sektör şimdi bilgisayara hakim kişilerin yoğun olarak çalıştığı bir alan haline geldi. Fakat yine de sanatsal altyapısı ve eğitimi olmayan insanlardan istenilen verimi almak zor. Yayınevleri “ucuz olsun, işim görülsün” mantığında. Neticede bu sektörün git gide ticaret merkezli ilerlediğine ve estetik kaygılı kitapların azaldığına tanık oluyoruz. Buna karşın Türk okuyucusunun kültür seviyesi çok yüksek olmasa da görsel estetik algısı içinde bulunduğumuz görsel çağ nedeniyle gelişti. 3 yaşındaki çocuk bile iyi- kötü kapağı ayırt edebiliyor artık.
1940'dan itibaren 30 yıllık bir süre içinde kitap kapakları kitap ressamları tarafından tasarlandı. Bu ressamların birçoğunun akademik altyapısı vardı. Kitapların zemin kısmını elleriyle çizip sonra tipografideki yazı kalıplarını kullanarak kitap ve yazarın ismini yazıyorlardı. Kadınlar yoğun olarak kullanılıyordu bu resimlerde. Çünkü kadın objesi toplumda merak konusuydu. O dönemin yoğun olarak kullanılan renkleri mavi- sarı- siyah ve kırmızıydı. İdeoloji kitaplarında yazarın titizliği göze çarpardı. Sezai Karakoç ve Necip Fazıl'da harf karakterleri değişmezdi. Bu benim de sevdiğim bir tercih. Çünkü kapak tasarımında en keyifli olan sade olandır. İşin acemileri fazla renk kullanımına ve farklı harf karakterlerine yönelir. Kitap kapağı tasarım sektörü çok gelişti. Fakat profesyonelleştikçe tabiilikten uzaklaşıyoruz. Soyut çalışmak gerektiği için en çok edebi kitaplarda zorlanıyoruz. En rahat kapak çalıştığımız alan ise polisiye. Genelde içeriğinde çok konu oluyor. Konu olmasa da bir kanlı bıçak, kitabı anlatmaya yetiyor. Halk Edebiyatı zorlandığımız bir diğer alan. Her seferinde kitabın kapağına bağlama koymak bıktırıyor.

Deterjan kutusu ile kitap kapağı aynı elden çıkıyor

AHMET KOT (YAZIEVİ GRUBU)
Tarihin hiçbir dönemine nasib olmamış bir kuşağız. 4000 yıllık yazı kültürü ve teknoloji elimizin altında. Öncesinde plastik tabakalara dizili harfleri letresenk dediğimiz özel kalemle üzerinden kartona geçirip kitabın adını yazardık. Her harfi kataloglardan parayla satın alırdık. Bir dizi renk ayrımı işlemi yapar, madeni tabakaların üzerine ilaçla eriterek yaptığımız taslağı dört ayrı renk halinde baskıya gönderirdik. Daha sonra bilgisayarın hayatımıza girmesi ile yazıları bilgisayarda dizen şirketler boy göstermeye başladı. Bizler o şirketlere gidip yazılarımızı yapışkanlı kâğıtlara çıkarır, biz de kağıtları yapıştırdığımız filmleri alırdık. Elle hazırlanan kitap kapaklarında sanatçı becerisi ön plandaydı. Bilgisayar kullanımıyla fotoğraf gibi unsurlar ve bilgisayar efektleri önemli hale geldi. Becerinin rolü azalırken üslubun önemi arttı. Şunu da unutmamak lazım, kitap kapağı tasarımı sanatçı-resim ilişkisi kadar bağımsız değil. Yayıncı-okur ve yazarın beklentilerini ve kendi özgünlüğünü optimum noktada buluşturmak zorunda. Ülkemizde kapak tasarımında hala bir sektör olduğunu söyleyemeyiz. Reklam ajansları deterjan kutusu yaparken diğer taraftan da kitap kapağı yapmak zorunda kalıyorlar. Kitap kapağı tasarımı konusunda ihtisas yapmış çok az kişi ve kurum var. Kitap kapağı tasarımı sadece grafik işi değil, kültürel ürün tasarımıdır ve kültürel arka plan gerektirir.
Osmanlı döneminde cilt üzerine sıcak baskı yapılıyordu. Matbaanın kullanılması ile kitaplardaki geleneksel desenler yerini Batı'dan gelen ithal edilen tarzlara bıraktı. Daha sonra teknoloji bizlere kendi tarzını dayattı. Kitap kapaklarında 1880-1900 arası Alman tarzı modaydı. Ebru üzerine kitap etiketi yer alıyordu bu kapaklarda. 1900-1960 yılları arasında Fransız tarzı kitap kapakları hakim oldu. Bu tarzda düz bir fon üzerine kitap ve yazar ismi yazılıyordu. 1960'lardan itibaren popüler kültürün etkisiyle Amerikan tarzı kapaklar girdi hayatımıza. Resim ve ilüstrasyon bolca kullanılıyordu. 80'lerden sonra ise grafik ağırlık kazandı kitap kapaklarında.

Beş yılda 3 bin satan kitabın kapağını değiştirdik, kısa sürede 60 bin sattı

ENGİN ÇİFTÇİ (KAYNAK YAYIN GRUBU)
Mukaddes Emanetler isimli kitabı yayınladıktan sonra eski ciltleri izlemeye başladım. Süleymaniye Kütüphanesi'nde nadir eserleri inceledim. Osmanlı dönemi eser kapaklarının cilt kalitesi ve sanat değeri yüksek. Fatih ve Yavuz devrinde ciltçilik en parlak dönemlerini yaşıyor. II. Abdülhamid döneminde barok tarzı kadife kitap kapakları revaçta. Osmanlı'nın maddi çöküşü ile beraber kitap kapaklarındaki kalite azalırken Cumhuriyet döneminde kitap ebatları da küçülüyor, kapaklar sadeleşiyor. Günümüzde hem geleneksel hem de çağdaş kapaklar tasarlanıyor. Tasarım işini profesyonellerin yapması yayınevi için çok önemli. Örneğin yayınevimizden çıkan Peygamberimizin Şemali isimli kitap beş yılda yaklaşık 3 bin adet sattı. Kitap kapağına Efendimizin ayak izini koyarak yeni bir tasarımla bastığımızda satışı kısa sürede 60 bin'e ulaştı. Ben kitabın öne çıkması için yazar resmi koymamayı doğru buluyorum. Kadınlara hitap eden kitaplarımızda cıvıl cıvıl renkleri ve insan fotoğraflarını yoğun olarak kullanıyoruz. Kitabın hitap ettiği entelektüel seviye yükseldikçe kapağını sade ve yazı ağırlıklı çalışıyoruz.

4 Ekim 2006

Metin Tamircileri Redaktörler

Yeni Şafak - 5 Aralık 2006

Kitap dünyasının görünmeyen kahramanlarından bahsetmeye devam ediyoruz. Geçen sayımızda editörlerden bahsetmiştik. Şimdi sıra redaktörlerde Redaktörler imla ve anlam bozukluklarına müdahale ediyor, bir anlamda metni tamir ediyorlar. Tabii her meslekte olduğu gibi onların da sıkıntıları var. En önemlisi de yazarın müdahaleyi eleştiri sayması

Yazarlar metne müdahaleyi şahsına eleştiri zannediyor

NECATİ BALBAY HAYY KİTAP
Redaktör'ün yayınevindeki rolü editörden bağımsız olmadan, yazılan metinleri teknik anlamda incelemek ve metni düzenli ve daha okunur bir hale getirmektir. Kısacası "redaktör"e "metin tamircisi" diyebiliriz. Bu iş ülkemizde çoğu zaman editör tarafından yapılmaktadır, bu da yayınevlerinin birçoğunda editörlük kavramının tam olarak oturmamasından kaynaklanmaktadır. Yayınevi olarak biz, metin üzerinden yazarlarımızla görüşüp yer yer metne direkt müdahale ederek metni anlam, yazım ve konunun bütünlüğü açısından yeniden gözden geçirip, düzenleriz. Tabii bu konularda birçok sıkıntı da yaşıyoruz. Özellikle yazarın metne müdahale edilmesini istememesi ya da müdahaleyi kendisine karşı bir eleştiri sayması ve kavramların yeterince açık olmaması en çok karşılaştığımız sorunlardan bazıları. Türkiye'de özellikle çeviri kitaplarda redaktör ön planda yer alır. Bu bağlamda bakıldığında redaktör'ün çeviri metne müdahalesi daha belirgin olmakta, hatta çeviriyi yeniden düzenlemektedir.

Redaksiyon anlam ve bilgi tashihinin ortasındadır

ALİ AKYURT İZ YAYINCILIK
Redaksiyon; tashih, son okuma, indeksleme ve diğer editöryal faaliyetlerle iç içe geçen, duruma göre kapsamı daralıp genişleyen bir alan teşkil ediyor. Redaksiyon yaklaşık olarak anlam ve bilgi tashihi alanlarının arasına denk gelir ve duruma göre diğer iki uca doğru da genişleyebilir. Redaktör yayımlanmak üzere ortaya çıkmış bir metni, yayın öncesinde eleştirel bir şekilde okuyan zihindir. Temelde, üslup alanına dahil edilemeyecek anlatım bozukluklarını, anlam boşluklarını, maddi hataları, terminolojik sorunları, tutarsızlıkları, farklı yazılışları gidermeye çalışır. Çeşitli yerlere mütercim, yayıncı, editör notu eklenmesi gereğini tespit eder. Kısaca, dikkatsiz dizgici ve musahhihlerin de, Türkçeye pek vakıf olmayan mütercim ve müelliflerin de metinde bıraktıkları tuhaflıklar bir şekilde redaktöre kalır. Redaktörün eserin konusuna/alanına vakıf olması gerekir ya da en azından önüne çıkan eserin gerektirdiği altyapıyı sağlayabilecek durumda olmalıdır. Editörle, alanın uzmanı biriyle, yazar ya da mütercimle temas içinde bulunması yararlı olabilir. Redaktörlerin temel sorunu birçok yayınevinin değil redaksiyona, son okumaya bile gerek görmeyecek kadar yayın olayının dışında olmasıdır. Buna benzer bir diğer sorun da, bazı yayınevlerinin redakte işinin ne olduğundan, ne tür zorlukları bulunduğundan haberdar olmamaları ve dolayısıyla işin kıymetini takdir edebilmekten uzak olmalarıdır.

"Gönül işi' yayıncılık mağdur ediyor

AYHAN KURT EVEREST YAYINLARI
Türkiye'de yayıncılık sektörü oturmuş bir sektör olmadığı için editörün görev tanımı gibi, redaktörün de görev tanımı hakkıyla yapılmış değildir. Bunca yıllık gözlemlerimden çıkardığım sonuç, bu durumun yayınevi sahiplerinin işine geldiğidir. Çoğu yayınevi sahibi yayıncılığı amatör bir ruhla, 'gönül işi' olarak yaptığı söyler. Bunun Türkçesi, 'Çalışanlarıma hak ettiği parayı vermeyeceğim'dir. Hak ettiği parayı alamayanların en başında da sanırım redaktörler gelir. Çünkü redaktörlük herkesin yapabileceği bir ara-iş sanılır. Redaktör sadece dizgicinin hatalarını düzelten birisi ise üzerinde durulmaya değer bir iş yapıyor sayılmaz. Ama Türkçeyi yazara rağmen, çevirmene rağmen, yayınevi sahibine rağmen savunan, mesela bir virgülün cümlenin doğru yerinde olması için titizlenen kişiye redaktör diyorsak o zaman işin çehresi değişir. Bence redaktör, basılacak 'metni' editörle 'tandem' oynayarak 'kitap' haline getiren kişidir.

Çeviri üzerine çalışan redaktör dil bilmeli

SEÇKİN ERDİ KABALCI YAYINEVİ
Kabalcı Yayınevi özelinde konuşursak biz de editörlük-redaktörlük işinin iç içe geçtiğini hatta mizanpajında işin içine girmesiyle üç işlevli bir "yayıma hazırlayan" kimliğinin oluştuğunu söyleyebiliriz. Bir kitabı sadece seçmek değil, onu gerek dizi mantığı gerek işlev gerekse de fikri akış anlamında bir yere oturtmak ve bu anlamda en doğru ve yan yana durduğu kitaplarla en tutarlı şekilde okuyucuya sunmak gerektiğine inanıyoruz. Bu nedenle kitapla gerçekten fikri ve manevi bir ilişki kuran editör-redaktörümüz, çevirinin sahihliğinin sağlanması, yayınevinin dilbilgisel standartlarının uygulanması, içeriğin zorunlu kıldığı açıklayıcı notların eklenmesi, okumayı kolaylaştıracak ya da vurguyu arttıracak biçimsel, tipografik düzenlemelerin yapılması süreçlerinin tümünü tecrübe ederek kitabı besliyor, geliştiriyor ve sunuyor. Çeviri sonrası mümkünse konunun uzmanı bir redaktöre ilk okumaya çıkarttığımız metinlerimiz daha sonra mutlak suretle en az iki kez yayınevi içinden bir redaktör-editör tarafından okunur. Bu uzun ve masraflı bir süreç, ama bizim tutarlılık ve anlaşılırlık ilkemiz gereğince zorunlu. Zira refarans kitaplar ve şark ve garp klasikleri basan bir yayınevi için redaksiyon yapmak çeviri dillerinden en az birine hakimiyeti ve daha da önemlisi konuya dair sözcük dağarı bilgisini ve son olarak da farklı dönemlerin farklı edebi üsluplarını ayırt edip bu farkındalıkla Türkçe metne yaklaşacak deneyimi gerektiriyor.

Tabelaları, duvar yazılarını redaktör gözüyle okuyorum

İRFAN SANCI SEL YAYINCILIK
Redaktör, basım öncesi gerekli tüm düzeltileri yapan, bir nevi edebiyatın gerçek kahramanıdır. Ana kaygısı dilbilgisi kurallarının işletilmesi ve yazılım hatası olmamasıdır. Yaptığı iş kısaca, çevirmen ya da yazarı kırmadan, üzmeden düzeltmektir. Unutmayalım ki, okura ulaşan bir çok başarılı metne redaktörün katkısı büyüktür. Redaktör yaptiğı işi o kadar içselleştirmiştir ki, her metne, tabelaya, duvar yazısına, akla gelebilecek tüm yazılı şeylere, tedirgin olmak pahasına mesleki olarak bakar.

Editör Kitabın Nesidir?

Emeti Saruhan

http://yenisafak.com.tr/kitap/?t=21.11.2006&c=27&i=14315

Editörlere yazın dünyasının görünmeyen emekçileri diyebiliriz. Bazen bir fikri, bazen kendilerine gelen bir dosyayı, elimizde tuttuğumuz kitaba dönüştüren, bu aşamada kitabın her cümlesi, her sayfası elinden geçen, kitaptan bilfiil sorumlu kişidir editör.

Yeni yetenekleri ya da yeni konuları keşfetmek de editörün işidir. Ancak arka planda olduklarından, "editör ne yapar?", aslında pek bilmeyiz. Biz de editörlerin kendilerine sorduk; Editör ne yapar? Kendilerini nasıl tanımlıyorlar? Türkiye'deki editörlük sistemi nasıl yürüyor? Cevaplar editörlerin iş yükünün çok olduğu noktasında birleşiyordu. Bunun yanısıra "editör, yazarın mı yanındadır, yayınevinin mi?" sorusunun da henüz cevaplanamamış olarak durduğunu gördük.


Türkiye'de editör yok, makastar var

Mehmet Varış / Kitabevi Yayınları:
Editör, kitabın hazırlanma aşamasını takip eder, yazara her konuda yardımcı olur. Yayınevine gelen kitap projelerini hazırlar ya da kendisi konuyu belirleyip sipariş eder. Asıl editörlük, editörün konuyu kendisinin belirlemesidir. Tabiî Türkiye'de bu şekilde olmuyor. Ben Türkiye'deki editörlere editör demiyorum, makastar diyorum. Türkiye'deki editörlerin yaptığı ellerinde makasla dolaşmak, başkalarının yazarlarını çalmak, bir yayınevinin kitabının konusunu alıp, aynı konu üzerine bir kitap hazırlatmak ve mümkünse aynı ismi koymak.

Yayınevine göre değişen bir iş

Ayça Sezen / Can Yayınları:
Bizim yayınevinde her dil için bir editörümüz var. Hangi kitabı yayınlamak istediğini seçer. Daha sonra yayın yönetmenimiz ile kitabın yayınlanıp yayınlanmayacağına karar verilir. Çevirmeni bulan da editördür. Çeviri geldiğinde yapılması gereken düzeltmeler varsa yapar, dil bütünlüğünü sağlar. Arka kapağını, basın bültenini yazar. Kitap hakkında yabancı basında çıkan haberleri takip eder, çevirisini yapar ve medyada yayınlanmasını sağlar. Kitabın reklamı yapılacaksa reklam konusunda fikir verir, hatta bazen reklam metnini hazırlar. Editörlük biraz da yayınevine göre değişen bir şeydir. Türkçe editörümüz ise yayınevine gelen kitap projelerini değerlendirir. Yazarları ilgilerine ve konularına göre bir kitabın hazırlanması için yönlendirebilir. Derlemeler yapılabilir. Bizim yayınevimizde daha çok derleme yapılıyor.

Yükümüz epey ağır

Neval Akbıyık / Timaş Yayınları:
"Editörlük nedir?" sorusuna, kitap fikrinin doğmasından, kitabın fiziksel üretimine dek tüm süreçlerin yürütülmesi şeklinde cevap verebiliriz kısaca. Bu da lektörlük, yani ilk okuma ve kitabın yayınlanıp yayınlanmayacağına karar verme; editörlük, yani yayınına karar verilmiş bir metinde yapılması gereken değişiklikler hakkında önerilerde bulunma, dosyanın çatısını -çoğu zaman- yeni baştan kurma, metni tekrarlardan arındırma, anlatım-imla sorunlarını çözme, hatta maddi hataları ayıklama ve nihayet son okuma gibi üç aşamalı bir çalışma gerektiriyor. Yayıncılığın bir sektör haline geldiği bazı ülkelerde bu üçlü yapıya ilişkin belirginleşmiş bir işbölümü varsa da ülkemizde genellikle tüm bu süreçler tek kişi tarafından yürütülüyor. Tahmin edilebileceği gibi bu da epeyce ağır bir yük oluşturuyor editörün omuzlarında.

Editör kitabın ebesidir

Murat Yalçın / Yapı Kredi Yayınları:
Editörün görevi ve kapsama alanı bugün hâlâ yerli yerine oturabilmiş değil. Editör, yazarın mı yanındadır, yayınevinin mi? Kitabın neresindedir? Kitabın yayınevindeki sahibidir editör. Kitabı bulur, yayınevine kabul ettirir; yazara ve yayınevine, daha da önemlisi okura güven verir. Kitabın ön okumasını, son okumasını yapar, redaksiyon, düzelti aşamalarını denetler. Kitabın içeriğine de müdahale edebilir, yazara bu doğrultuda öneriler sunabilir. Kitabın okur kitlesini bilir, tanıtım-pazarlama aşamasında görüş bildirir. Kitabın künyesinde en başa yazılır adı. Kitapta bir hata bulan bilinçli okur, "editörü kimmiş" diye bakar. Kitapla ilgili her türlü sorunda başı ağrıyan kişidir. Kitabın ebesidir yani. Oysa Türkiye'de "sorumlu" ama "yetkisiz"dir hâlâ. Bugünün futbolundaki "ön libero" gibi, önemi giderek anlaşılacaktır.

Gizli ikinci çevirmen

Ali Berktay / İş Bankası Kültür Yayınları:
Editör bir kitabı (veya diziyi) en geniş anlamıyla yayına hazırlayan kişidir. Sorumlu kişi olarak, yazar/çevirmen, yayınevi ve okur arasındaki ana bağlantı parçasıdır. Gerçi yayınevinin ücretli çalışanıdır ama yine de statüsü gereği, üretimin çeşitli taraflarını birbirlerine karşı temsil etmek durumundadır. İdeal koşullarda işlerin sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilmesi için, editörün kendi dalında uzmanlaşması ve bir ekiple birlikte hareket etmesi gerekir: seçilecek kitapları/dosyaları okuyup bilgi verecek lektörler, seçimler konusunda fikir belirtecek yayın kurulları, redaktörler, düzeltmenler, tasarımcılar, vb. Ülkemizde ise "fuzulî masraf"tan kaçınma kaygısıyla, genellikle editörden bu işlerin birçoğunu tek başına halletmesi beklenmekte, hatta editörler çoğunlukla redaktör, kimi zaman da "gizli ikinci çevirmen" olarak istihdam edilmektedir. Bu durum üretim kalitesini ister istemez düşürmekte, editörlüğün olmazsa olmaz koşulu uzmanlaşma imkânları daralmaktadır. Yayın faaliyetinde en önemli sermaye zamandır. "Fuzulî" görülen masraflardan kaçayım derken zamandan, yani ana sermayeden yemek pek rasyonel bir yöntem değildir.

Editörlük kavramı oturmuş değil

İsmail Demirci / Selis Kitaplar:
Kitap yayıncılığı açısından "editörlük" kavramı doğrusu tam anlamıyla yerine oturmuş değil. Genellikle ülkemizde yayınevleri profesyonel standartlarda yayın yapmıyor. Piyasaya baktığımızda, ya arkasında banka veya medya gücünü barındıran yayınevleri var, ya kendileri başka bir iş yaptığı halde biraraya gelerek bir yayınevi yürüten çeşitli meslekten insanlar var, ya da tamamiyle geçimini buradan temin eden insanların yürüttüğü yayınevleri var. Büyük yayınevlerinde yayın yönetmenine bağlı, kendi alanında yetkin "editörler" çalışır. Küçük yayınevlerinde ise işbölümü vardır ve editörlüğü de yayın yönetmenliğini de kendileri yaparlar. Küçük yayınevlerinde bir editör olur ve tarihe de, edebiyata da, eğitime de, politik konulara da o bakar. Hepsinden anlamak zorundadır. "Editör ne iş yapar" sorusunun en kısa cevabı, bir dosyanın, metni ve içeriğiyle "kitap" haline gelip gelmediğine karar veren ve bu yönde çalışma yapan kişidir.

Editör kitabın inşaat mühendisidir

Ayfer Tunç:
Yapı Kredi Yayınları'nda "editörlük nedir, niye yapılır?" hakkında sıfırdan başlayarak bilgi sahibi olmaya başladığımda, yayımlanmış dört kitabım vardı, bunlardan Mağara Arkadaşları ben orada çalışmaya başlamadan iki yıl önce YKY'den yayımlanmıştı. "Editör"le Mağara Arkadaşları'nın yayımlanma sürecinde tanıştım, ilk bilgilerim yazar olarak edindiğim bilgilerdir. O günlerden on yıl sonra, özetle şunları söyleyebilirim: Editör yapıtın değil, ama kitabın inşaat mühendisidir. Kitap ile yapıt aynı şey değildir, yapıt kitaba dönüştürülmeyi bekleyen ham malzemedir. İyi bir editör yapıtı kitaba dönüştüren, amaca uygun, olabildiğince hatasız olarak inşa eden kişidir. Bir kitabın yazarı olmayabilir, ama her kitabın bir editörü olmalıdır. Anonim metinler, yazarı hakkında bulanık bilgiler içeren metinler veya çok yazarlı metinler ancak kitap nedir, nasıl olmalıdır sorusu hakkında sürekli kafa yoran editörlerin elinde kitap niteliğini kazanır. Yazarların, hele iyi yazarların editöre ihtiyaç duymadıklarını sanmak da bence yanılgıdır. Bazı yazarlar editörlük vasıflarına veya önsezilerine sahip olabilirler ve kitaplarını kendileri inşa edebilirler, ama her yazar bunu yapmak zorunda değildir. Dolayısıyla en iyi yazarın bile iyi bir editöre ihtiyacı vardır. YKY'de çalıştığım süre boyunca çok iyi editörler tanıdım, şunu gördüm: İyi bir editörün bulunduğu yerde ilk gördüğü şey kitaptır. Kitaba gönül vermemiş, kitabı ille de eline almak, onu hiç değilse şöyle bir karıştırmak arzusu duymayan bir kişi editör olmak istiyorsa, bu işten çok sıkılacaktır.

11 Kasım 2006

Hizmet, Haz ve İktidar

Tanıl Bora
Virgül Dergisi, Haziran 2004, Sayı 74

Editörlük gerçekten “lazım” bir iş mi? “Dışardan” bakıldığında, hiç de lazım gibi görünmeyecektir, görünmeyebilecektir. Dışardan? Yani hem yazar hem okur açısından! Ortalama okur, karşısında sadece “yazar”ı görür; “yazar”lığı zaten kitabının çıkmış olmasıyla tescillenmiş kişinin yazdığı bir metnin, basım teknolojisinin icaplarının ötesinde, herhangi bir işlemden geçmesi gerektiğini düşünmez. Yazar da, yazdıklarının herhangi bir müdahaleye açık olduğu fikrine kaş kaldırarak bakar, ilke olarak.

Virgülüne dokunmak
Kuşkusuz, yazarın yazdığına müdahalenin doğrudan doğruya ifade özgürlüğünün sınırlarını ihlal edeceği haller vardır, onları geçelim. Ama editörün girmemesi gereken bu ihlal ülkesinin dışında, metne “teknik müdahale”nin geniş kıtası uzanır.
Çünkü... yazdığının “virgülüne dokundurtmama” tavrı, bir yazar heroizmi olarak ajite edicidir, fakat her metinde dokunacak nice virgüller vardır. Sadece tashihten bahsetmiyoruz; nokta-virgül teşbihinin ötesinde, kompozisyon, kurgu veya dil açısından, hiçbir editoryal müdahaleye ihtiyaç göstermeyen bir metin, sahiden zor bulunur.

Beynelmilel jargonda non-fiction tabir edilen, edebiyat-dışı, kurgu-dışı, araştırma-inceleme türü kitaplarda en çok, tezin kitaba dönüştürülmesi gereğinde gösterir kendini bu ihtiyaç. Bir master/doktora tezi, “doçentlik çalışması” veya akademik işletme içinde yazılmış bir tez, belirli icaplara riayet etmek durumundadır: İlgili literatürü “tüketmesi” gerekir, literatürün kendi dili içinden konuşur, vargılarını teenni ile ortaya koyar vb. Akademik okur için, böylesi olağan ve iyidir. Oysa, böyle bir çalışmada ele alınan konuya sahiden ilgi duyan, pekâlâ ortalamanın üstünde bir okurluk tecrübesi ve tahsil terbiyesine de sahip birçok “genel” okur için, iyi değildir bu. Sözgelimi “ilgili literatürün tüketilmesi,” genel okurun sabrı ve dayanma gücü açısından tüketici olabilir. Dahası, ilgili/meraklı genel okuru akademik lisan ve formatla başbaşa bırakmak, –haydi akademik jargon kullanalım– bir düşünümsel kamu oluşumu bakımından da en iyi yol değildir: Akademik üretimin, akademik alan dışından ilgilerle, bilgilerle, meraklarla alışverişe girmesini zorlaştırır. Öyleyse, akademik metinlerin, bir editoryal süzgeçten geçmesi iyidir. Burada iyi editörlük, indirgeyici, vülgarize edici olmayan bir süzgü kullanma hassasiyetiyle ölçülür.

“Dil” sorunu
Türkiye’de editörlüğün bellibaşlı sorunlarından biri, İngilizce (ve ender olarak, başka Batı dillerinde) yazılmış tezlerin/akademik çalışmaların Türkçeleştirilmesidir bana kalırsa – ki bunların en azından yayın konusu olanlarının büyük kısmı Türkiye üzerinedir. İngilizce-okuyan bir okur kamuoyu için yazılmış metinlerin Türkiyeli/Türkçe-okuyan kamuoyuna aynen çevirilerek aktarılması alışkanlığıyla mücadele edilmesi gerekiyor. Çünkü böylesi metinler, Türkiye’yle ilgili bir olguyu yabancı okura tasvir etmek için paragraflar sarf ederken; o olgular vesilesiyle Türkçe-okuyan okurla paylaşabileceği bir dizi ilave gözlemden, tespitten, ayrıntıdan imtina ediyor. İyi editör, birincisi, bu gibi metinlerin yazarı dışında bir başkası tarafından çevrilmesi seçeneğine mümkün olduğu kadar direnmelidir. Uygun çözüm, yazarın yazdıklarını Türkiyeli okur için yeniden yazmaya gönül indirmesidir. Türkçe-okuyan kamuoyuna anlatacak bir şeyi olduğunu düşünüyorsa yazar/akademisyen zaten böyle yapmalıdır; Türkçe-okuyan kamuoyuna bir şey anlatma niyeti olmayan, niyeti sadece “yayın yapmak” olan yazar/akademisyen söz konusu ise, zaten oturup her şeyi yeni baştan düşünmek lazımdır. İyi editör, ikincisi, böyle bir çalışma Türkçeleştirilirken, Türkiyeli okur açısından malumu ilam niteliğindeki anlatımların süzülmesini, buna mukabil yazarın “yabancı” okuru pek ilgilendirmeyecek ama Türkiyeli okuru ilgilendirecek hususlarda daha fazla söz alarak “konuşmasını” teşvik etmelidir.

İngilizcenin ve diğer Batı dillerinin etkisi, sadece çevirilerde ve sadece edebiyat-dışında göstermiyor kendini. Eli kalem/klavye tutanların ve yazma konforu bulanların mühim bir kısmının bir Batı dilinde (büyük çoğunlukla İngilizce) eğitim almış, İngilizce metinlerle ve onların mot à mot çevirileriyle haşir neşir olarak biçimlenmiş olması; sadece terminolojinin değil sentaksın da İngilizceye bulandığı bir dil kültürü çıkarıyor ortaya.

Buna son yıllarda dilin “dağılmasına” yol açan başka etkileri ekleyin. Örneğin, eskiden kendi iç bütünlüğünü kıskançlıkla koruyan “öz Türkçeci” ve “yaşayan dilci” cereyanlar arasındaki sınırların yıkılması, –benim gibi!– veçhe de diyen erek de diyenlerin çoğalması... Örneğin medya ve reklam dilinin, konuşma dilini rap-hiphop üslubunun egemenliğine sokan etkisi... Örneğin bilgisayar dilinin etkisi... Çok önemli bir etken: İyiden iyiye üniversite sınavına odaklanan ve gitgide “millileştirilen” eğitim sisteminde, lise eğitiminin ve ondan beklenen asgari “hümaniter” temelin çökmesi...

Neticede, yayınevlerine gelen dosyalar, roman ve öyküler dahil, kurgu ve kompozisyon sorunlarının yanında “dahi anlamındaki de/da’ların ayrı yazılması” gibi fundamentaller açısından bile noksan oluyor, çok defa. Yaygın ve köklü bir dil sorunu var.

Burada mesele “güzel Türkçemiz”in “saf, arı” biçimiyle muhafazası değil kesinlikle. Necmiye Alpay, Dilimiz, Dillerimiz’de (Metis Yayınları, 2004, s. 166) şöyle söylüyor: “Bir kültür iki dilde yaşanabilir. Ama yarımşar yarımşar değil. Her ikisi de oturmuş olan iki dilde.” Bu tespiti salt “ana” dilleri değil, farklı dil anlayışlarını/tutumlarını da kapsayan anlamıyla geniş bir diller platformuna uyarlarsak; bugünkü Türkçenin, yarımlık veya çeyreklik birçok lehçenin karmasından oluştuğunu söyleyebiliriz. Buradaki sorun, okur yazar kamuoyunun müştereken paylaşacağı bir dil vasatının aşınmasıdır.

Peki bu sorunun çözüm mercii editörlük müdür? O merci veya merciler kimdir, neresidir bilmiyorum ama her halü kârda editörlük faaliyetinin bu sorumluluğu üstlenmesi, paylaşması gerektiğini düşünüyorum. Editörlerin bir resmi dil kurmaya çalışmaları gerekmiyor elbette. Fakat akademik vd jargonlara bulunan karşılıkları tahkim ederek (yani bunların seçilmesine ve oturmasına hakemlik ederek)... sürekli, Türkçenin içinde tercümeler yaparak... klişeleştirici gazetecilik diline karşı müteyakkız durarak... olabildiğince geniş bir kamusal iletişim zemininin oluşmasına önemli katkılarda bulunabilirler.

Buraya kadar anlatılan işlevler, editörlüğün bir nevi kamu hizmeti olduğunu düşündürüyor – böyle bir cephesi sahiden de vardır. Hele ilk haliyle insan içine çıkacak hali olmayan bir metnin sağ salim okunur, faydalanılabilir hale getirildiği kimi örneklerde gayet belirgindir bu. Editörlük deontolojisi, bir kamu yararı/kamu hizmeti mefhumunu içermelidir.

İktidar, pathos
“Hizmet” mefhumu, onu çok seven Türk sağ siyasal söyleminin onyıllardır işlediği üzere, fedakârlığı, adanmışlığı, diğerkâmlığı, benliği/“enaniyeti” aşmışlığı çağrıştırır. Yine aynı söylemsel çağrışım evreninin içinde, biliriz ki, müthiş bir güç istemi vardır: “Hizmet etmek” istediğini söyleyen, aslında, güç istiyordur.

Editör, –redaktör yüzüyle– bir metni tamir etmek için debelenirken, kendini tümüyle irfana adanmış, fenafillah olmuş hissetmek için çok uygun koşullara sahiptir. Kendi yazmadığı, imzasının olsa olsa çok arkalarda görüneceği bir metin için siftinmekte, hayır işlemektedir. Zaman zaman kapıldığı lanet okuma isteğini dervişçe bir gururla yatıştırır.

Öte yandan editör, bu sıkıntılı iş sırasında, bir iktidar kullanıyordur. Her şeyden önce, bir aşamasında veya en azından temsili olarak, basıp basmama kararının iktidarını paylaşıyordur... Editör “aklettiği”, “yazdırdığı”, sipariş ettiği bir kitap söz konuysa, daha da kudretli hisseder kendini (sahiden bazı kitaplar vardır ki editörün “fikrinden” çıkmıştır, yazar icracıdır, hatta bazen zanaatkâr derekesindedir!) Dahası, metin üzerinde iktidarı vardır. Kesip biçiyor, küstah soru işaretleri konduruyor, “ona öyle demezler” notları düşüyordur... Velhasıl, bir güç hazzının “imkânı” saklıdır bu süreçte.

Öyle ki, kimi editörlere kulak verdiğinizde, kitap yazarın değil de sanki editörünmüş izlenimine kapılabilirsiniz – aslında, “zaman zaman” kaydıyla ve derece farkıyla, kulak verdiğiniz hemen her editör bu izlenime kapılmanıza yol açacaktır! Bir metni nasıl zor zahmet adam ettiğinden bahsetmek, editörün küçük dünyasına özgü avcı hikâyesidir, çapkınlık böbürlenmesidir.
Kitabı sahiplenmenin, iyi editörlüğün olmazsa olmaz’ı olduğunu söyleyelim. (“Büyük devlet adamı kahraman Rauf Denktaş”ın ölümsüz sözünü analım bu vesileyle: “Olmazsa olmazlar olmazsa, hiçbir şey olmaz!”)

Çok açık: Yayına hazırladığı kitabı kendi yazmış gibi benimsemek, editörlüğün pathos’udur. Mesele, bunu kıskançlıkla yapmakla empatiyle yapmak arasındaki farktadır. Editör-yazar ilişkisi hakkında geçen yazıyı hatırlatayım bu vesileyle...

Editörün, iktidarını kendi mevkii ve şanı adına değil, okuru/okunurluğu gözetmek adına, “kamu adına” kullandığını ara ara kendi kendisine hatırlatmasında fayda olabilir. Metni yazarla editörün iktisap davasından kurtarıp “kamulaştıracak” olan “ortak iyi”ye, her ikisinin de konumlarıyla, iktidarlarıyla, “ben”leriyle olabildiğince mesafelenip bir metin yoldaşlığı kurabilmesiyle ulaşılır.
Editörün, kırmızı kalemiyle metinde hata avına çıkmış sıfırcı öğretmene ya da bağnaz tahrirat kâtibine dönüşmemesi gerekir. “Batı”da, süslerden arındırma ve yalınlaştırma adına üslupsuzlaştırıcı, indirgeyici müdahalelere meyleden, hayli sert bir editörlüğün kurumlaşmakta olduğunu biliyoruz. (Söylemeye gerek yok, esas itibariyle non-fiction eserlerden söz ediyoruz.)

Az evvel değindiğimiz İngilizce etkisinin, tercüme sorunlarının, dilin “dağınıklığının” vs varlığını bilmek, böylesi düzleyici bir editörlükten kesinkes men etmeli. Aksi takdirde, alabildiğine kısır, kalıplaşmış bir dilin yerleşikleşmesine yol açılacaktır. Bu noktada, yayıncılığın yazarlarla ve bilhassa akademisyenlerle ilişkisinde bir potansiyel risk unsuru olarak gömülü bulunan anti-entelektüalizm çekirdeğine dikkat etmek gerekir. Editörler, –akademik veya “sivil”– yazarların kavramsal hassasiyetleri karşısında, malumatfuruşluk gibi görünebilen ayrıntı merakları karşısında, okur kamusunu esirgeyelim, koruyalım derken “barbarca” bir indirgeyicilikten, vülgarizmden, “eski” tabirle filistenizmden de sakınmalıdırlar kendilerini. Edebiyatta da, basbayağı imla “bilmeyenler” ile özgün imla ve sözdizimlerinde, hatta ortografilerinde ısrar eden yazarlar arasındaki ayrımı tartabilmeliler. (Bu konuda yine Necmiye Alpay’ın andığım kitabına göndermede bulunacağım, s. 138 ve devamına...)

Ya çevirmen?
Bu yazıyı –ve tefrikayı– bitireyazdığımda, editörlük sorunlarını ele alırken çevirmenleri “unuttuğumu” fark ettim. Bunu hatırlamamda, bu yazılarla ilgili görüşlerini paylaşma nezaketi gösteren çevirmen Feryal Halatçı’nın da katkısı olduğunu itiraf etmeliyim. Unutuş’ların çoğu gibi bu unutuşun ardında da bastırılmış bir sorun yükü saklı.

Editörler, çevirmenin ürününü, üzerinde serbestçe tasarrufta bulunulabilir bir hammadde olarak görmeye eğilimliler, genellikle. Çevirmen karşısında metne müdahale iktidarını, yazar karşısında olduğundan çok daha kısıtsız bir yetki olarak kendilerine hak sayıyorlar. Metnin “işlenmesi” sürecinde söz hakkını ancak sınırlı sayıda, “ismi olan” çevirmen kullanabiliyor. Bunun bir nedeni, birçok yayınevinin, iyi çevirmen temininde güçlük çekilmesi, önemsemezlik vs nedenlerle, çeviri işini acemilere yaptırmakta beis görmemesi. Aceminin hurda çevirisi redaksiyonda toparlanıyor –ki bazı yayınevleri buna dahi gerek görmüyor, yakın zamana kadar çoğu görmüyordu!–; sonuç elbette “iyi” değil, olsa olsa ilk taslağa göre daha az kötü bir çeviri oluyor. Asıl sonuç ise, bir kısırdöngü: İyi çevirmenlik teşvik edilmeyince, “aranmayınca,” iyi çevirmenler az sayıda olmaya devam ediyor... Bu konulara Tuncay Birkan, Aslı Biçen ve Işık Ergüden daha önce Virgül’de temas etmişlerdi (Birkan ve Ergüden sayı 54, Biçen sayı 55); onlarla beraber birçok çevirmen, bir süredir bir tartışma ve ortak girişim platformu oluşturma çabasını sürdürmekte.

Burada editörlüğü ilgilendiren mesele, editör-çevirmen ilişkisinin çoğunlukla bir hammadde teslimatı ilişkisiyle tüketilmesidir. “Kötü” çevirileri tamir hammaliyesiyle uğraşmak da, editörlerin çevirmenlere hınçla bakmasına yol açan bir tecrübe birikimi oluşturabiliyor! Oysa, yukarda ele aldığımız dil sorunlarını birçok editörden daha fazla ciddiye alan ve çözümler üreten çevirmenler var. Ayrıca çeviri mekanik bir işlem değil; çevirmenin ürünü de bir “eser”dir. Yaptığı işi ciddiye alan, bir “meslek” olarak önemseyen ehil çevirmenlerin –ki onların sayısı aralarında “isim/imza sahibi” olmuş olanlardan kesinlikle daha fazladır!– yayına hazırlık sürecine daha etkin katılımlarında kamu yararı olduğu kesindir. Editör-çevirmen ilişkilerinin, bu nokta-i nazarlardan, en az o kötü çeviriler kadar tamire muhtaç olduğu da kesin! Bunu söylerken, nedeni ne olursa olsun (piyasa koşulları, yayınevlerinin politikası vs), “iyi” ve “kötü” çevirmenler arasındaki mühim farkın baki olduğunu not etmeliyim – tıpkı “iyi” ve “kötü” editörler arasındaki fark gibi...

Ehliyet
Dönüp dolaşıp ehliyet sorununa gelmiyor muyuz? Ehil editör nereden, nasıl çıkar? Editörlük, fiilen, yarım kalmış/rota değiştirmiş akademik ilgiler ile bibliyofil bir otodidaktizm (“kendi kendini eğitmek/yetiştirmek”) arasında salınan bir uğraş. Böyle olması da, bu uğraşın, tefrika boyunca üzerine konuştuğumuz tabiatına uygundur. Otodidaktizmin bünyevi paradoksu, editörlüğe de yapışıktır. Otodidaktlık, “formel” eğitimin soğutabildiği heves ve heyecanı, kalıplayıp daraltabildiği araştırıcılık ve yaratıcılığı canlandıran bir etki de yaratabilir; vasatlığa, yarım-bilgiler ve anekdotlar üzerine inşa edilmiş bir “yarı-aydınlığa,” “okumuş-cahilliğe” destek de sağlayabilir. Adorno’nun 1959’daki makalesiyle (Suhrkamp, 1997.) ortaya koyduğu “yarı-tahsillilik” meselesi ile bir bağ kurabiliriz belki burada.

O, “kültür”ün eleştirelliğini yitirdiği, içine kapanıp “kendi kendine yeterli hale geldiği,” metalaştığı halihazır durumda; ortalıktaki malumat yığınına ve tahsil/“aydınlatma” bolluğuna rağmen, çağın bilincini yarı-tahsilliliğin belirlediğini söylemişti. Editörlük “işi”nden, bu çağ sorunuyla baş etmesini beklemeyeceğiz tabii. Fakat bu sorunun hep farkında olmasını beklesek, iyi olur.

Piyasa, Okur, Yazar ve Metin arasında

Tanıl Bora
Virgül Dergisi, Mayıs 2004, Sayı 73

Editör, bir yandan, kitapla (ya da kimi zaman, kitaba dönüşme ihtimali yüksek bir dosyayla) piyasa arasında duruyor.

Diğer yandan editör, okur kamuoyu ile kitap/metin (ve yazar) arasında duruyor. Okur kamusunun piyasayla özdeşleşen bir cephesi de var gerçi. Fakat örtüşmeyen bir cephesi de var – ki bu ikisi, cepheleşmeye müsait okur kamularıdır!

Üçüncü bir yanıyla, editör, yazarla kitap arasında da duruyor.

Editör, bir yandan bu konumların hepsini temsil etmekle yükümlüdür, zaten her biriyle özdeşleşmeye açık bir “karakter”dir. Piyasayı gözetecektir, zira geçimini sağlayan yayınevinin kârını veya en azından batmamasını hesaba katmak zorundadır. Kendini okur yerine koyacaktır, ki değineceğiz, o bir profesyonel okur’dur zaten. Usuldan yazarla özdeşleşecektir, zira elindeki metni bir bakıma onun adına, onun gölgesi olarak işlemektedir. Öte yandan, metni yayına hazırlamak üzere eline geçirdiği anda, metinle özdeşleşir; o mahrem evresinde metin onun oyuncağıdır.

Editör, bu farklı konumlar arasındaki, kendi kendisinin farklı yüzleri arasındaki nispetleri nasıl kuracak? Editörlük, bu karmaşa hakkında ve kendi konumunun bu çok cepheli karakteri hakkında bir farkındalığı gerektirir. Bu cepheler, düzlemler elbette bakışımsız değildir. Bunlar arasında tutarlı ve anlamlı bir ilişkiyi önemsemek, yapısal çelişkileri örtmeden üzerlerine sürekli yeniden düşünmek, editörlüğün iş tanımının ve deontolojisinin asli bir unsuru olmalı. Burada okuryazarlık ve “genel kültür” donanımı, etik tutum ve sosyal ilişki “becerisi” iç içe geçiyor. (Beceriyi tırnak içine aldım, çünkü değişik versiyonları olabilir. Benim beceri idealim, bu ilişki örgüsündeki konum farklarıyla ilgili empati yüksekliği ve ucu kapalı olmayan, müzakereli ilişkilere açık bulunmak, onları teşvik etmektir.)

Buradaki nispet sorunu, eninde sonunda metne müdahale ölçütlerinde düğümleniyor. Bu ilişki veya çatışma örgüsünün neticesi, esas itibariyle editörün metne müdahale biçiminde (ki karar vermek de bir müdahaledir) gösterecektir kendini. Tersinden söylemek daha anlamlı: Metne müdahale ölçütlerinin zımnında; editörün metinle piyasa arasında, metinle okur kamuoyu arasında, metinle yazar arasında vasıta olduğu veya “idare ettiği” ilişkiler ve çatışmalar vardır. Basbayağı bir çeşit diplomasidir bu.

Alman yayıncılık âleminin usta editörlerinden (lektör), 1938 tevellütlü Ingrid Grimm’in, kendi ustası saydığı “büyük editörler” kuşağının bu nispetleri ayarlamadaki maharetine dair söylediklerini aktarmak isterim:
"Hür zihinlerdi bunlar; kurnazca, bir sürü numaralar çekerek yazar, yayıncı ve kendileri arasında bir denge kurarlardı. Kendilerini aslen yazarların müttefiki olarak görürlerdi ama asla yayınevine –daha doğrusu o zamanlar, yayıncıya– rakip olarak da konumlandırmazlardı. İyi satış umudu söz konusuysa, edebi-düşünsel yargılarını hafifçe geri çekmeyi de bilirlerdi!"
Şimdi, editörün kitapla/metinle cebelleşirken yüz yüze geldiği –ve zaman zaman onu da bölen!– bu üç cepheye ayrı ayrı bakalım.

Piyasa
Bibliyofil veya dert ve dava sahibi editör için en müşkül cephe, en belalı aracılık görevi budur. Satarlık kaygısı, editörün (bu serinin ilk yazısını hatırlarsak, “yayıncı” ve “lektör” olarak editörü kastediyorum) metne dair karar ve müdahale ölçütlerini ister istemez belirler.
Piyasayla kitap arasında duran cephesiyle editörden (tabii yine bibliyofil –yani kitapları kitap olarak seven– veya dert ve dava sahibi –yani kitaplar vasıtasıyla bir şey söylemek, siyasi-sosyal-kültürel bir kıpırtı hasıl etmek isteyen– editörü kastediyorum) iki iş beklenir. Birincisi, “iyi”, “manalı” bulduğu kitabın giderek cangıllaşan bir yayın yığını arasında fark edilmesini sağlamak, olabildiğince yaygınlaşmasına, yani duyulmasına ve satmasına katkıda bulunmaktır. Yayıncılığın sıkı bir işbölümüyle endüstrileştiği ortamlarda, editörün böyle bir işi olmaz, ondan bu beklenmez zaten. İşletmeci-olarak-yayıncılık işiyle editörlük işinin –ve bu işleri yapanların– büsbütün ayrışmadığı, görece az endüstrileşmiş ortamlarda ise, editörün yayına hazırlık sürecinin tamamına bir ucundan karıştığı gibi, kitabın tanıtımıyla da ilgilenmesi acayip sayılmaz; bu, kitabı “sahiplenmenin” bir parçasıdır.

Tabii bu noktada editörün arz ve takdimi, “alelumum” reklamcı/pazarlamacı tavrıyla değil, bir kitabı gerçekten benimsemenin, sahiplenmenin fonksiyonu olarak yerine getirmesi önemli bir ölçüt. Kitabın kıymeti harbiyesinin sanki medyada birkaç dakika anılma/görülme fırsatı sağlama “kapasitesine” göre değerlendirilebildiği bir vasatta, sattırmayı istediği kitabı “satmamalıdır” editör. Elinin uzanabildiğince, kitabın klişelerle, ezbere imgelerle, bedava övgülerle takdimine mahal vermemeli – hiç değilse bunu yapan o olmamalıdır! Eleştirmenliği ikame edecek değildir şüphesiz, ama “iyi” (yani eleştirel!) eleştirmenliği teşvik edecek bir ortamın oluşmasına katkıda bulunmasını bekleyebiliriz ondan.

Piyasa meselesinde “iyi” editörden beklenen ikinci iş, piyasa koşullarını, mümkün mertebe piyasa-ötesi veya piyasaya rağmen bazı kaygıları gözeterek değerlendirmeye çalışması olabilir. Yayın portföyünün toplamı içinde bir telafi-denge mekanizmasını gözeterek, satma şansı düşük ama “iyi” kitapları araya sokmak için fırsatını kollamak... Bir “gizli yayın programı” ile pusuya yatmak...

Okur
Başta belirttik: Editör, aynı zamanda bir okurdur – profesyonel okur. Doktora öğrencilerine benzetilebilir bir bakıma; kitap okuması için para almaktadır! Editör, bir ön veya ilk-okurdur. Metni “kitap” halesini kuşanmazdan önceki yalın haliyle okuyan bir sırdaş, ilk mahsulü tadan bir degüstatör, metnin yatak odasına sızmış bir çapkın. Editör, bu ön –veya ilk– okuma işini hem tutkulu ve tecrübeli bir okur olarak yapar; yani kendi adına... Hem de “genel okur”u gözeterek yapar, yani bir nevi kamu adına. Sadece basılmasına karar vermekle değil, içeriğine ve biçimine müdahaleleriyle de, metnin kamusallaşmasını sağlıyordur.
“Genel okur”u gözetmek denen iş, kolay bir iş değildir. “Genel okur” denen anonim zatiyet, fevkalade müşkülpesent ve nankördür. Bibliyofil değildir, arada sırada kitap alır, uzmanlaşmış terminolojilere aşinalığı yoktur, ayran gönüllüdür. Piyasa baskısıyla da ilintili bir zorluk, buradaki; zira “genel okur”u hesaba katmak demek, okurun tüketici olarak portresine bakakalmak demektir.
“Genel okur”u tavlama kaygısından doğabilecek hayırlı netice şu olabilir: Editör, bir kitabı jargondan arındırarak, rezil ve ziyan etmeksizin popülerleştirerek, gereğinde izahat için notlayarak/notlatarak, “brütünü” atıp süzerek, bir yüksek kelamın dar lonca erbabının dışına taşmasını, ondan üç beş faninin daha istifade etmesini sağlayabilir. Bu moderatörlük (“kolaylaştırıcılık”), editörü iki cihanda aziz edecek bir kamu hizmetidir.

Yazar
İyice zor olabilen bir ilişki: Editör-yazar. Yazar, editörü, kitaplaşacak dosyasını tesellüm görevini ifa etmekle mükellef bir noktacık olarak da görebilir; üretim-yaratım sürecini paylaştığı bir “yoldaş” olarak da. Editör, yazar karşısında mütehakkim bir vaziyette, onun “üstü” gibi de konumlanabilir; yazarın hizmetkârı hatta pişekârı gibi de durabilir; flörtöz bir rekabete girebilirler ya da güzelce ortak olabilirler. Bunlar, “karşılaşan” yazar ile editörün sadece tutumlarına, huylarına değil, kitap dünyasının akademi, edebiyat ve fikir dünyasıyla paylaştığı loncacı atmosfer nedeniyle, “rütbelerine”, “kıdemlerine” de bağlı...

“Yazar” olarak kurumlaşmış yazarların, editörlerine özel önem verdiğini biliyoruz. Örneğin iki ay önce Picus dergisinin bir soruşturmasında, editörlük “servisini” sorunlu bulduğu için yayınevi değiştirdiğini belirtiyordu bir yazar. Bilhassa edebiyatçılar için, akademik yazarların görece yatkın olduğu anonim bir editörlükten ziyade, kendi editörleri vardır. Bu özel ilişkiden beklenen nedir? Bazen, özel eleştirmenlik hizmetidir (sırdaşlık boyutuyla, hizmete özel’dir bu özel hizmet). Bazen de, edebiyat bilgisi ve beğenisinin yanında, hatta esas olarak, yarenlik hizmeti beklenir, yazarı nazlaması beklenir editörden. Bu yüzüyle editörün, her an erişilebilir durumdaki bir dert ortağı olması, yazarın tereddütlerini, endişelerini yatıştırması beklenir. Kimi zaman, kamu-âleme onunla birlikte içerlemesi, onunla birlikte haset etmesi beklenir. Editör, bir tür mesen havasına girerek yaşayabilir bu ilişkiyi, yazarın menajeri ya da müşteri temsilcisi gibi davranmaya girişebilir... Ya da yazara ve/veya eserine sahiden değer verir, belki hayrandır, bu uğurda her şeye katlanır.

(Uzun bir parantez açalım. Kendisini daha iyi nazlayan veya içeriğe/dile/kurguya ilişkin müşkülpesent “önerileriyle” müşkülat çıkartmayan editöre –onun olduğu yere– “giden” yazarlar, bütün dünyada vardır. Sadece piyasa egemenliğinde âlim-edib editörün yerini “ürün menecerinin” alması anlamında değil, bu anlamda da: Kötü editör iyi editörü kovar!)

Yine Alman yayıncılık âleminden bir başka üstadın, Michael Krüger’in yazar-editör ilişkisi hakkında verdiği hükümle bağlayalım:"İdeal editör diye birisi yoktur. Çünkü ideal editör, hem eski hem yeni edebiyatı okumuş ve seviyor olmalıdır; bir otoritesi olmalı ama bunu habire ortaya çıkarmamalıdır; rakamlara hâkim olmalı ama yine de riskten ürkmemelidir; yazarın bir adım arkasında durmalı ve kendini de gizlememelidir, başka deyişle aynı anda hem görünür hem görünmez olmalıdır..."

Editörün nispetleri
Evet, piyasa-okur-yazar ve tabii metin arasındaki ilişki ve çelişkilerde nispetlerin nasıl kurulacağı meselesi, editörlüğün püf noktasıdır. Editörlük cinsinin buradaki nispet tercihlerine göre farklılaştığını söyleyebiliriz. Jürgen Habermas, Suhrkamp’ın efsanevi sahibi ve baş-lektörü Siegfried Unseld’e, “sen kitap piyasasının yayıncısı değil, yazarlarının yayıncısı oldun” diye senada bulunmuştu. Yüzünü daha ziyade piyasaya dönmüş editörler de vardır, “okur” kimliğinin saflığını koruyanlar da, yazar-odaklı olanlar da... Metinle ilişki açısından bakarsak, bir uçta, bir coğrafya teriminin uygun karşılığını bulmaya iki gününü feda eden saplantılı zahit editörler vardır; öbür uçta, dosyayı, beylik tabirle, “boyacı küpüne” daldırıp çıkarıp “ürüne” dönüştüren işbitirici acul yuppi editörler.

Tabii, bütün bu soru(n)lar metne müdahalede billurlaşıyor. Bir dahaki yazıda da ona eğilelim.

Editörlük ve Kurumsallaşma

Tanıl Bora
Virgül Dergisi, Nisan 2004, sayı 72
Son zamanlarda Türkiye’de yayıncılığın meseleleri, daha çok korsan kitap vesilesiyle kamuoyu gündemine geldi biraz.
Korsan kitap meselesi gerçekten önemli. Ben, korsancılığı mazur göstermeye dönük teşebbüsler karşısında, Müge Gürsoy Sökmen’in Virgül’ün Eylül 1998 tarihli 11. sayısında yayımlanmış yazısını muska yapıp boynuma asıyorum ve geçiyorum. Yazacaklarım bununla ilgili değil.
Korsan meselesi üzerinden yürütülen tartışmalar, yayıncılığın ticari boyutuna odaklandı. Tartışmanın vesilesi itibariyle şaşırtıcı değil bu. Sadece korsan konusunun dolayımı değil, bütün alanlar gibi yayıncılıkta da ticarileşmenin hızlandığı, sertleştiği bir süreçten geçiyor olmamız, anlaşılır kılıyor bu odaklanmayı. İsmet Berkan’ın, Radikal’deki tefrika yazılarında, kitap yayıncılığının üzerine “kültür hizmeti” halesinin kondurulmasından şikâyetçi olurken, oradan çekip aldığı tutkuyu ve kutsiyeti, –birtakım Zihni Sinir hesaplarıyla da donatarak– bir marketing halesinin içine kondurması, zamanın ruhuna uygun.
Bu vasatta, yayıncı bir işletmeci olarak, iyi yayıncılık da doğru yatırım kararları vermeye dayalı bir serbest teşebbüs olarak tasavvur ediliyor. Elbette yayıncılığın böyle bir cephesi var. Ciddiye alınması, üzerine konuşulması, ufkunun açılması gereken bir cephe üstelik. Fakat bu cephesiyle tüketilemeyecek, aslına bakarsanız salt bu cepheye yığınak yapmakla iyi bir biçimde yürütülemeyecek bir faaliyet, yayıncılık. İyi yayıncılık veya isterseniz bir manada başarılı yayıncılık, iyi editörlük faaliyetini içermek zorunda. Firma olarak yayıncı, işletmeciliğin arsız diliyle konuşacaksak, “iyi editörlük hizmeti” satın almadığı takdirde, başarılı olamaz.
Safiyetle söyleyeceğim: Yayıncılığın cevheri, editörlüktedir.
Ticari saikin baskın hale geldiği bir ortamda, işletmeci sıfatıyla yayıncının denetimindeki “iyi editörlük hizmeti” özerkliğini ve heyecanını yitirir, rutinleşir, düzleşir, yozlaşır mı? Yoksa tersine, profesyonelleşir, incelir, yetkinleşir mi? Bu tartışmayı da erteliyorum. Daha doğrusu, bu tartışmaya ilişkin verileri de devşirmek üzere, editörlüğün konumu ve “meseleleri” üzerine konuşmak istiyorum.
Editör kelimesi, bir on yıl öncesinde, pek kullanımda değildi. Şimdiyse hayli revaçta. Daha ziyade medyadaki editörlük mevkileri sayesinde, itibarlı bir etiket haline geldi. O itibarın ışığı, biraz olsun, yayınevi/kitap editörlüğünün de üzerine vurdu. Birçok yayınevinde “editör” kimliğiyle özdeşleşmiş ve öyle tanınan bir küçük nüfus oluşmuş bulunuyor. Buna karşılık, Türkiye’de tartışılan bütün konular arasında en başta gelen “kurumlaşma” sıkıntısı burada da söz konusu: Editörlük, bu sıfatı taşıyanların “kurumlanmasını” sağlayan bir iş olmakla birlikte, tam anlamıyla “kurumlaşmış” değil.
Türkiye’de tartışılan bütün konuların baş konusu olan kurumlaşma meselesinin sabit sorusu olan “Batı’da bu iş nasıl?”dan hareket edersek, yayıncılığın endüstriyel bir sektör haline geldiği ortamlarda, belirginleşmiş bir iş bölümü olduğunu görürüz. Öncelikle lektörlük-editörlük-redaktörlük işleri ayrışmıştır. Lektör, yani okuyucu, bir tür üstat-editör olarak, basılacak kitaba karar verir. Bu kararla birlikte, telif bir metinde yapılacak değişikliklerle ilgili önerilerde bulunur. Bu önerilerin hükmü, gerek üstadın gerek yazarın rütbesine göre, tavsiye niteliğinde olmaktan emredici olmaya dek değişebilir. Editör, yayına hazırlayandır; dosyanın/metnin kitaba dönüşmesi sürecini “yönetir.” İçerikle ve biçimle ilgili önerilerde bulunur; kâh yazarla veya çevirmenle birlikte mesai yaparak kâh resen müdahale ederek, metinle oynar.
Bu işi ghost-writer seviyesine vardıranlar, yani kitabı oturup yeni baştan yazanlar da eksik değildir! Bu arada diyelim tarih konusunda, diyelim ekonomi konusunda uzmanlaşmış, işi gücü bu alanlardaki metinleri tamir etmek olan editörler de vardır. Redaktör ise, metnin maddi işleriyle boğuşur; imlayı, tashihleri, gerekirse dipnot-atıf düzenini vs hale yola koyar. Bu şemayı bire bir almayın.
Grossmarket boyundaki yayınevlerinde bu işlevler kendi içinde de kademelenebilmektedir. Tersine, görece küçüklerde veya butik-yayınevlerinde ise, bu üç işlevin ikisini (pek ender olarak üçünü) birden üstlenen azimkâr eski usul editörler görülebilir. (Şu da var: Bilgisayar teknolojisinin gelişmesine bağlı olarak, birçok yayınevi redaktörlük hizmetini anahtar teslimi şeklinde yazardan/çevirmenden talep etmeye yöneldi birkaç yıldır.) Benim burada anlatmak istediğim, bu üç işlevin, ayrı mütalaa edilmesi gereken işlevler olduğu. Aslında iki işlev daha eklemeliyiz buraya. İşletmeci olarak yayıncının işlevi ve kitabın “üretim sonrası” işlerini, reklamını/tanıtımını yürütenlerin işlevi. Bu iki işlev, endüstrileşme sürecinin kemale erdiği ortamlarda, kesin olarak ayrışmıştır.
Türkiye’deki tecrübesinde, bu ayrışmalar o kadar belirginleşmiş değil. “Türk editörü” genellikle bu üç işlevin toplamını ifade ediyor; ya da, ortalamasını. Lektörlük-editörlüğün işlevleri, tabiatları icabı zaten iç içe geçmeye yatkın. Ama onun yanında editörlükle redaktörlük de çoğu zaman iç içedir. Editörlerin “düz” redaktörlük işlerinde hatta yayına hazırlama sürecindeki daha “aşağı” amele işlerinde kalem sallayıp klavye tıkırdatması, istisna sayılmaz. Yayıncı ile lektör-editörlerin ayrışması ise, bazı holding uzantısı yayınevleri dışında, istisna sayılır. Lektörlüğü bir mutemet editöre emanet etmiş işletmeci-yayıncılar vardır, ama kendisi de “yazı adamı” veya en azından “tutkulu okur” ününe sahip naşirler de çoktur. Keza, editörlük işlevinden ayrı bir “halkla ilişkilercilik” makamı da, yine bir şirketler grubunun reyonu niteliğindeki yayınevleri dışında, istisna bile değildir.
Peki bu iyi mi kötü mü?
Şimdi, ertelediğimiz tartışmaya biraz girebilirim. Batılı yayıncılığın işleyişine aşina olanlar, –tabii kimileri– burada “bizim geriliğimizi” görürler. Handiyse Louis Vitton ya da ne bileyim, Bosch denli haşmetli yayıncılık markalarının, bir kitabın yayın tarihi için bir buçuk yıl sonrasına gün vermesinden, bu güce hayranlık duyarak bahseder; buralardaki editörlerin akademik vukufunu, metinleri revize ediş ve ettirişlerindeki otoriteyi huşuyla anarlar. Cool bir profesyonellik vardır oralarda gerçekten. (Tabii yine büyüklerde böyledir; zanaatkârane işleyişini sürdüren ufarak yayınevleri “Batı”da da soluk alıyor hâlâ.)
Profesyonelleşme, editörlüğün özgül bir etkinlik, bir “angajman” olarak kurumlaşması bakımından gerekli ve iyi, şüphesiz. Akademisyenliğe, reklamcılığa, gazeteciliğe vs hamle edilip de kırılmış heveslerle idareten yapılan bir iş olmamalı editörlük. Devamlılığı olan, deontolojisi olan, kendi entelektüel âlemini kuran bir iş olmalı.Ama ben Türkiye’de editörlüğün fiili iş tanımındaki muğlaklıkta, dağınıklıkta, aşırı-profesyonelleşmiş bir editörlük faaliyetinin eksiltebileceğini zannettiğim bir heyecan ve tutkunun pınarını da görüyorum. “Kitap hazırlama” uğraşının her bir aşamasına ara ara bulaşıyor olmak, yayıncılıkta eksik kalmaması gereken hazza katkıda bulunur.
Ulu editörlük mevkii ile mütekâmil düzeltmenlikten ibaret angaryalar arasında mutlak bir kopukluk olmaması, nefsi terbiye edicidir: Kitaba “değen” her beşeri varlığın kapılabileceği, uhrevi bir işle uğraşıyor olma duygusunun, sersemce bir burnu büyüklüğe dönüşmesini önleyebilir. Hatta bu bakımlardan, editörlük faaliyetinin meraklı öğrencilerin, meczup bibliyofillerin mevsimlik işçiler gibi gelip geçmesine açık olması da, insanların özlük hakları korunduğu ve yapıyı bu gelgitlere dayanıklı kılacak sabiteler var kaldığı müddetçe, hayırlıdır ve neşe verir!
Evet, bir yayınevinin bir yazara, bir metne, dahası okura sağlayacağı, sermayeden, teknik üretim hizmetinden ve pazarlamadan öte bir şey varsa; bu, “iyi editörlük”tür. “İyi editörlük” nasıl olur, tartışmaya devam edeceğim.