Virgül Dergisi, Mayıs 2004, Sayı 73
Editör, bir yandan, kitapla (ya da kimi zaman, kitaba dönüşme ihtimali yüksek bir dosyayla) piyasa arasında duruyor.
Diğer yandan editör, okur kamuoyu ile kitap/metin (ve yazar) arasında duruyor. Okur kamusunun piyasayla özdeşleşen bir cephesi de var gerçi. Fakat örtüşmeyen bir cephesi de var – ki bu ikisi, cepheleşmeye müsait okur kamularıdır!
Üçüncü bir yanıyla, editör, yazarla kitap arasında da duruyor.
Editör, bir yandan bu konumların hepsini temsil etmekle yükümlüdür, zaten her biriyle özdeşleşmeye açık bir “karakter”dir. Piyasayı gözetecektir, zira geçimini sağlayan yayınevinin kârını veya en azından batmamasını hesaba katmak zorundadır. Kendini okur yerine koyacaktır, ki değineceğiz, o bir profesyonel okur’dur zaten. Usuldan yazarla özdeşleşecektir, zira elindeki metni bir bakıma onun adına, onun gölgesi olarak işlemektedir. Öte yandan, metni yayına hazırlamak üzere eline geçirdiği anda, metinle özdeşleşir; o mahrem evresinde metin onun oyuncağıdır.
Editör, bu farklı konumlar arasındaki, kendi kendisinin farklı yüzleri arasındaki nispetleri nasıl kuracak? Editörlük, bu karmaşa hakkında ve kendi konumunun bu çok cepheli karakteri hakkında bir farkındalığı gerektirir. Bu cepheler, düzlemler elbette bakışımsız değildir. Bunlar arasında tutarlı ve anlamlı bir ilişkiyi önemsemek, yapısal çelişkileri örtmeden üzerlerine sürekli yeniden düşünmek, editörlüğün iş tanımının ve deontolojisinin asli bir unsuru olmalı. Burada okuryazarlık ve “genel kültür” donanımı, etik tutum ve sosyal ilişki “becerisi” iç içe geçiyor. (Beceriyi tırnak içine aldım, çünkü değişik versiyonları olabilir. Benim beceri idealim, bu ilişki örgüsündeki konum farklarıyla ilgili empati yüksekliği ve ucu kapalı olmayan, müzakereli ilişkilere açık bulunmak, onları teşvik etmektir.)
Buradaki nispet sorunu, eninde sonunda metne müdahale ölçütlerinde düğümleniyor. Bu ilişki veya çatışma örgüsünün neticesi, esas itibariyle editörün metne müdahale biçiminde (ki karar vermek de bir müdahaledir) gösterecektir kendini. Tersinden söylemek daha anlamlı: Metne müdahale ölçütlerinin zımnında; editörün metinle piyasa arasında, metinle okur kamuoyu arasında, metinle yazar arasında vasıta olduğu veya “idare ettiği” ilişkiler ve çatışmalar vardır. Basbayağı bir çeşit diplomasidir bu.
Alman yayıncılık âleminin usta editörlerinden (lektör), 1938 tevellütlü Ingrid Grimm’in, kendi ustası saydığı “büyük editörler” kuşağının bu nispetleri ayarlamadaki maharetine dair söylediklerini aktarmak isterim:
"Hür zihinlerdi bunlar; kurnazca, bir sürü numaralar çekerek yazar, yayıncı ve kendileri arasında bir denge kurarlardı. Kendilerini aslen yazarların müttefiki olarak görürlerdi ama asla yayınevine –daha doğrusu o zamanlar, yayıncıya– rakip olarak da konumlandırmazlardı. İyi satış umudu söz konusuysa, edebi-düşünsel yargılarını hafifçe geri çekmeyi de bilirlerdi!"
Şimdi, editörün kitapla/metinle cebelleşirken yüz yüze geldiği –ve zaman zaman onu da bölen!– bu üç cepheye ayrı ayrı bakalım.
Piyasa
Bibliyofil veya dert ve dava sahibi editör için en müşkül cephe, en belalı aracılık görevi budur. Satarlık kaygısı, editörün (bu serinin ilk yazısını hatırlarsak, “yayıncı” ve “lektör” olarak editörü kastediyorum) metne dair karar ve müdahale ölçütlerini ister istemez belirler.
Piyasayla kitap arasında duran cephesiyle editörden (tabii yine bibliyofil –yani kitapları kitap olarak seven– veya dert ve dava sahibi –yani kitaplar vasıtasıyla bir şey söylemek, siyasi-sosyal-kültürel bir kıpırtı hasıl etmek isteyen– editörü kastediyorum) iki iş beklenir. Birincisi, “iyi”, “manalı” bulduğu kitabın giderek cangıllaşan bir yayın yığını arasında fark edilmesini sağlamak, olabildiğince yaygınlaşmasına, yani duyulmasına ve satmasına katkıda bulunmaktır. Yayıncılığın sıkı bir işbölümüyle endüstrileştiği ortamlarda, editörün böyle bir işi olmaz, ondan bu beklenmez zaten. İşletmeci-olarak-yayıncılık işiyle editörlük işinin –ve bu işleri yapanların– büsbütün ayrışmadığı, görece az endüstrileşmiş ortamlarda ise, editörün yayına hazırlık sürecinin tamamına bir ucundan karıştığı gibi, kitabın tanıtımıyla da ilgilenmesi acayip sayılmaz; bu, kitabı “sahiplenmenin” bir parçasıdır.
Tabii bu noktada editörün arz ve takdimi, “alelumum” reklamcı/pazarlamacı tavrıyla değil, bir kitabı gerçekten benimsemenin, sahiplenmenin fonksiyonu olarak yerine getirmesi önemli bir ölçüt. Kitabın kıymeti harbiyesinin sanki medyada birkaç dakika anılma/görülme fırsatı sağlama “kapasitesine” göre değerlendirilebildiği bir vasatta, sattırmayı istediği kitabı “satmamalıdır” editör. Elinin uzanabildiğince, kitabın klişelerle, ezbere imgelerle, bedava övgülerle takdimine mahal vermemeli – hiç değilse bunu yapan o olmamalıdır! Eleştirmenliği ikame edecek değildir şüphesiz, ama “iyi” (yani eleştirel!) eleştirmenliği teşvik edecek bir ortamın oluşmasına katkıda bulunmasını bekleyebiliriz ondan.
Piyasa meselesinde “iyi” editörden beklenen ikinci iş, piyasa koşullarını, mümkün mertebe piyasa-ötesi veya piyasaya rağmen bazı kaygıları gözeterek değerlendirmeye çalışması olabilir. Yayın portföyünün toplamı içinde bir telafi-denge mekanizmasını gözeterek, satma şansı düşük ama “iyi” kitapları araya sokmak için fırsatını kollamak... Bir “gizli yayın programı” ile pusuya yatmak...
Okur
Başta belirttik: Editör, aynı zamanda bir okurdur – profesyonel okur. Doktora öğrencilerine benzetilebilir bir bakıma; kitap okuması için para almaktadır! Editör, bir ön veya ilk-okurdur. Metni “kitap” halesini kuşanmazdan önceki yalın haliyle okuyan bir sırdaş, ilk mahsulü tadan bir degüstatör, metnin yatak odasına sızmış bir çapkın. Editör, bu ön –veya ilk– okuma işini hem tutkulu ve tecrübeli bir okur olarak yapar; yani kendi adına... Hem de “genel okur”u gözeterek yapar, yani bir nevi kamu adına. Sadece basılmasına karar vermekle değil, içeriğine ve biçimine müdahaleleriyle de, metnin kamusallaşmasını sağlıyordur.
“Genel okur”u gözetmek denen iş, kolay bir iş değildir. “Genel okur” denen anonim zatiyet, fevkalade müşkülpesent ve nankördür. Bibliyofil değildir, arada sırada kitap alır, uzmanlaşmış terminolojilere aşinalığı yoktur, ayran gönüllüdür. Piyasa baskısıyla da ilintili bir zorluk, buradaki; zira “genel okur”u hesaba katmak demek, okurun tüketici olarak portresine bakakalmak demektir.
“Genel okur”u tavlama kaygısından doğabilecek hayırlı netice şu olabilir: Editör, bir kitabı jargondan arındırarak, rezil ve ziyan etmeksizin popülerleştirerek, gereğinde izahat için notlayarak/notlatarak, “brütünü” atıp süzerek, bir yüksek kelamın dar lonca erbabının dışına taşmasını, ondan üç beş faninin daha istifade etmesini sağlayabilir. Bu moderatörlük (“kolaylaştırıcılık”), editörü iki cihanda aziz edecek bir kamu hizmetidir.
Yazar
İyice zor olabilen bir ilişki: Editör-yazar. Yazar, editörü, kitaplaşacak dosyasını tesellüm görevini ifa etmekle mükellef bir noktacık olarak da görebilir; üretim-yaratım sürecini paylaştığı bir “yoldaş” olarak da. Editör, yazar karşısında mütehakkim bir vaziyette, onun “üstü” gibi de konumlanabilir; yazarın hizmetkârı hatta pişekârı gibi de durabilir; flörtöz bir rekabete girebilirler ya da güzelce ortak olabilirler. Bunlar, “karşılaşan” yazar ile editörün sadece tutumlarına, huylarına değil, kitap dünyasının akademi, edebiyat ve fikir dünyasıyla paylaştığı loncacı atmosfer nedeniyle, “rütbelerine”, “kıdemlerine” de bağlı...
“Yazar” olarak kurumlaşmış yazarların, editörlerine özel önem verdiğini biliyoruz. Örneğin iki ay önce Picus dergisinin bir soruşturmasında, editörlük “servisini” sorunlu bulduğu için yayınevi değiştirdiğini belirtiyordu bir yazar. Bilhassa edebiyatçılar için, akademik yazarların görece yatkın olduğu anonim bir editörlükten ziyade, kendi editörleri vardır. Bu özel ilişkiden beklenen nedir? Bazen, özel eleştirmenlik hizmetidir (sırdaşlık boyutuyla, hizmete özel’dir bu özel hizmet). Bazen de, edebiyat bilgisi ve beğenisinin yanında, hatta esas olarak, yarenlik hizmeti beklenir, yazarı nazlaması beklenir editörden. Bu yüzüyle editörün, her an erişilebilir durumdaki bir dert ortağı olması, yazarın tereddütlerini, endişelerini yatıştırması beklenir. Kimi zaman, kamu-âleme onunla birlikte içerlemesi, onunla birlikte haset etmesi beklenir. Editör, bir tür mesen havasına girerek yaşayabilir bu ilişkiyi, yazarın menajeri ya da müşteri temsilcisi gibi davranmaya girişebilir... Ya da yazara ve/veya eserine sahiden değer verir, belki hayrandır, bu uğurda her şeye katlanır.
(Uzun bir parantez açalım. Kendisini daha iyi nazlayan veya içeriğe/dile/kurguya ilişkin müşkülpesent “önerileriyle” müşkülat çıkartmayan editöre –onun olduğu yere– “giden” yazarlar, bütün dünyada vardır. Sadece piyasa egemenliğinde âlim-edib editörün yerini “ürün menecerinin” alması anlamında değil, bu anlamda da: Kötü editör iyi editörü kovar!)
Yine Alman yayıncılık âleminden bir başka üstadın, Michael Krüger’in yazar-editör ilişkisi hakkında verdiği hükümle bağlayalım:"İdeal editör diye birisi yoktur. Çünkü ideal editör, hem eski hem yeni edebiyatı okumuş ve seviyor olmalıdır; bir otoritesi olmalı ama bunu habire ortaya çıkarmamalıdır; rakamlara hâkim olmalı ama yine de riskten ürkmemelidir; yazarın bir adım arkasında durmalı ve kendini de gizlememelidir, başka deyişle aynı anda hem görünür hem görünmez olmalıdır..."
Editörün nispetleri
Evet, piyasa-okur-yazar ve tabii metin arasındaki ilişki ve çelişkilerde nispetlerin nasıl kurulacağı meselesi, editörlüğün püf noktasıdır. Editörlük cinsinin buradaki nispet tercihlerine göre farklılaştığını söyleyebiliriz. Jürgen Habermas, Suhrkamp’ın efsanevi sahibi ve baş-lektörü Siegfried Unseld’e, “sen kitap piyasasının yayıncısı değil, yazarlarının yayıncısı oldun” diye senada bulunmuştu. Yüzünü daha ziyade piyasaya dönmüş editörler de vardır, “okur” kimliğinin saflığını koruyanlar da, yazar-odaklı olanlar da... Metinle ilişki açısından bakarsak, bir uçta, bir coğrafya teriminin uygun karşılığını bulmaya iki gününü feda eden saplantılı zahit editörler vardır; öbür uçta, dosyayı, beylik tabirle, “boyacı küpüne” daldırıp çıkarıp “ürüne” dönüştüren işbitirici acul yuppi editörler.
Tabii, bütün bu soru(n)lar metne müdahalede billurlaşıyor. Bir dahaki yazıda da ona eğilelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder