5 Mayıs 2008 Pazartesi

Hizmet, Haz ve İktidar

Tanıl Bora
Virgül Dergisi, Haziran 2004, Sayı 74

Editörlük gerçekten “lazım” bir iş mi? “Dışardan” bakıldığında, hiç de lazım gibi görünmeyecektir, görünmeyebilecektir. Dışardan? Yani hem yazar hem okur açısından! Ortalama okur, karşısında sadece “yazar”ı görür; “yazar”lığı zaten kitabının çıkmış olmasıyla tescillenmiş kişinin yazdığı bir metnin, basım teknolojisinin icaplarının ötesinde, herhangi bir işlemden geçmesi gerektiğini düşünmez. Yazar da, yazdıklarının herhangi bir müdahaleye açık olduğu fikrine kaş kaldırarak bakar, ilke olarak.

Virgülüne dokunmak
Kuşkusuz, yazarın yazdığına müdahalenin doğrudan doğruya ifade özgürlüğünün sınırlarını ihlal edeceği haller vardır, onları geçelim. Ama editörün girmemesi gereken bu ihlal ülkesinin dışında, metne “teknik müdahale”nin geniş kıtası uzanır.
Çünkü... yazdığının “virgülüne dokundurtmama” tavrı, bir yazar heroizmi olarak ajite edicidir, fakat her metinde dokunacak nice virgüller vardır. Sadece tashihten bahsetmiyoruz; nokta-virgül teşbihinin ötesinde, kompozisyon, kurgu veya dil açısından, hiçbir editoryal müdahaleye ihtiyaç göstermeyen bir metin, sahiden zor bulunur.

Beynelmilel jargonda non-fiction tabir edilen, edebiyat-dışı, kurgu-dışı, araştırma-inceleme türü kitaplarda en çok, tezin kitaba dönüştürülmesi gereğinde gösterir kendini bu ihtiyaç. Bir master/doktora tezi, “doçentlik çalışması” veya akademik işletme içinde yazılmış bir tez, belirli icaplara riayet etmek durumundadır: İlgili literatürü “tüketmesi” gerekir, literatürün kendi dili içinden konuşur, vargılarını teenni ile ortaya koyar vb. Akademik okur için, böylesi olağan ve iyidir. Oysa, böyle bir çalışmada ele alınan konuya sahiden ilgi duyan, pekâlâ ortalamanın üstünde bir okurluk tecrübesi ve tahsil terbiyesine de sahip birçok “genel” okur için, iyi değildir bu. Sözgelimi “ilgili literatürün tüketilmesi,” genel okurun sabrı ve dayanma gücü açısından tüketici olabilir. Dahası, ilgili/meraklı genel okuru akademik lisan ve formatla başbaşa bırakmak, –haydi akademik jargon kullanalım– bir düşünümsel kamu oluşumu bakımından da en iyi yol değildir: Akademik üretimin, akademik alan dışından ilgilerle, bilgilerle, meraklarla alışverişe girmesini zorlaştırır. Öyleyse, akademik metinlerin, bir editoryal süzgeçten geçmesi iyidir. Burada iyi editörlük, indirgeyici, vülgarize edici olmayan bir süzgü kullanma hassasiyetiyle ölçülür.

“Dil” sorunu
Türkiye’de editörlüğün bellibaşlı sorunlarından biri, İngilizce (ve ender olarak, başka Batı dillerinde) yazılmış tezlerin/akademik çalışmaların Türkçeleştirilmesidir bana kalırsa – ki bunların en azından yayın konusu olanlarının büyük kısmı Türkiye üzerinedir. İngilizce-okuyan bir okur kamuoyu için yazılmış metinlerin Türkiyeli/Türkçe-okuyan kamuoyuna aynen çevirilerek aktarılması alışkanlığıyla mücadele edilmesi gerekiyor. Çünkü böylesi metinler, Türkiye’yle ilgili bir olguyu yabancı okura tasvir etmek için paragraflar sarf ederken; o olgular vesilesiyle Türkçe-okuyan okurla paylaşabileceği bir dizi ilave gözlemden, tespitten, ayrıntıdan imtina ediyor. İyi editör, birincisi, bu gibi metinlerin yazarı dışında bir başkası tarafından çevrilmesi seçeneğine mümkün olduğu kadar direnmelidir. Uygun çözüm, yazarın yazdıklarını Türkiyeli okur için yeniden yazmaya gönül indirmesidir. Türkçe-okuyan kamuoyuna anlatacak bir şeyi olduğunu düşünüyorsa yazar/akademisyen zaten böyle yapmalıdır; Türkçe-okuyan kamuoyuna bir şey anlatma niyeti olmayan, niyeti sadece “yayın yapmak” olan yazar/akademisyen söz konusu ise, zaten oturup her şeyi yeni baştan düşünmek lazımdır. İyi editör, ikincisi, böyle bir çalışma Türkçeleştirilirken, Türkiyeli okur açısından malumu ilam niteliğindeki anlatımların süzülmesini, buna mukabil yazarın “yabancı” okuru pek ilgilendirmeyecek ama Türkiyeli okuru ilgilendirecek hususlarda daha fazla söz alarak “konuşmasını” teşvik etmelidir.

İngilizcenin ve diğer Batı dillerinin etkisi, sadece çevirilerde ve sadece edebiyat-dışında göstermiyor kendini. Eli kalem/klavye tutanların ve yazma konforu bulanların mühim bir kısmının bir Batı dilinde (büyük çoğunlukla İngilizce) eğitim almış, İngilizce metinlerle ve onların mot à mot çevirileriyle haşir neşir olarak biçimlenmiş olması; sadece terminolojinin değil sentaksın da İngilizceye bulandığı bir dil kültürü çıkarıyor ortaya.

Buna son yıllarda dilin “dağılmasına” yol açan başka etkileri ekleyin. Örneğin, eskiden kendi iç bütünlüğünü kıskançlıkla koruyan “öz Türkçeci” ve “yaşayan dilci” cereyanlar arasındaki sınırların yıkılması, –benim gibi!– veçhe de diyen erek de diyenlerin çoğalması... Örneğin medya ve reklam dilinin, konuşma dilini rap-hiphop üslubunun egemenliğine sokan etkisi... Örneğin bilgisayar dilinin etkisi... Çok önemli bir etken: İyiden iyiye üniversite sınavına odaklanan ve gitgide “millileştirilen” eğitim sisteminde, lise eğitiminin ve ondan beklenen asgari “hümaniter” temelin çökmesi...

Neticede, yayınevlerine gelen dosyalar, roman ve öyküler dahil, kurgu ve kompozisyon sorunlarının yanında “dahi anlamındaki de/da’ların ayrı yazılması” gibi fundamentaller açısından bile noksan oluyor, çok defa. Yaygın ve köklü bir dil sorunu var.

Burada mesele “güzel Türkçemiz”in “saf, arı” biçimiyle muhafazası değil kesinlikle. Necmiye Alpay, Dilimiz, Dillerimiz’de (Metis Yayınları, 2004, s. 166) şöyle söylüyor: “Bir kültür iki dilde yaşanabilir. Ama yarımşar yarımşar değil. Her ikisi de oturmuş olan iki dilde.” Bu tespiti salt “ana” dilleri değil, farklı dil anlayışlarını/tutumlarını da kapsayan anlamıyla geniş bir diller platformuna uyarlarsak; bugünkü Türkçenin, yarımlık veya çeyreklik birçok lehçenin karmasından oluştuğunu söyleyebiliriz. Buradaki sorun, okur yazar kamuoyunun müştereken paylaşacağı bir dil vasatının aşınmasıdır.

Peki bu sorunun çözüm mercii editörlük müdür? O merci veya merciler kimdir, neresidir bilmiyorum ama her halü kârda editörlük faaliyetinin bu sorumluluğu üstlenmesi, paylaşması gerektiğini düşünüyorum. Editörlerin bir resmi dil kurmaya çalışmaları gerekmiyor elbette. Fakat akademik vd jargonlara bulunan karşılıkları tahkim ederek (yani bunların seçilmesine ve oturmasına hakemlik ederek)... sürekli, Türkçenin içinde tercümeler yaparak... klişeleştirici gazetecilik diline karşı müteyakkız durarak... olabildiğince geniş bir kamusal iletişim zemininin oluşmasına önemli katkılarda bulunabilirler.

Buraya kadar anlatılan işlevler, editörlüğün bir nevi kamu hizmeti olduğunu düşündürüyor – böyle bir cephesi sahiden de vardır. Hele ilk haliyle insan içine çıkacak hali olmayan bir metnin sağ salim okunur, faydalanılabilir hale getirildiği kimi örneklerde gayet belirgindir bu. Editörlük deontolojisi, bir kamu yararı/kamu hizmeti mefhumunu içermelidir.

İktidar, pathos
“Hizmet” mefhumu, onu çok seven Türk sağ siyasal söyleminin onyıllardır işlediği üzere, fedakârlığı, adanmışlığı, diğerkâmlığı, benliği/“enaniyeti” aşmışlığı çağrıştırır. Yine aynı söylemsel çağrışım evreninin içinde, biliriz ki, müthiş bir güç istemi vardır: “Hizmet etmek” istediğini söyleyen, aslında, güç istiyordur.

Editör, –redaktör yüzüyle– bir metni tamir etmek için debelenirken, kendini tümüyle irfana adanmış, fenafillah olmuş hissetmek için çok uygun koşullara sahiptir. Kendi yazmadığı, imzasının olsa olsa çok arkalarda görüneceği bir metin için siftinmekte, hayır işlemektedir. Zaman zaman kapıldığı lanet okuma isteğini dervişçe bir gururla yatıştırır.

Öte yandan editör, bu sıkıntılı iş sırasında, bir iktidar kullanıyordur. Her şeyden önce, bir aşamasında veya en azından temsili olarak, basıp basmama kararının iktidarını paylaşıyordur... Editör “aklettiği”, “yazdırdığı”, sipariş ettiği bir kitap söz konuysa, daha da kudretli hisseder kendini (sahiden bazı kitaplar vardır ki editörün “fikrinden” çıkmıştır, yazar icracıdır, hatta bazen zanaatkâr derekesindedir!) Dahası, metin üzerinde iktidarı vardır. Kesip biçiyor, küstah soru işaretleri konduruyor, “ona öyle demezler” notları düşüyordur... Velhasıl, bir güç hazzının “imkânı” saklıdır bu süreçte.

Öyle ki, kimi editörlere kulak verdiğinizde, kitap yazarın değil de sanki editörünmüş izlenimine kapılabilirsiniz – aslında, “zaman zaman” kaydıyla ve derece farkıyla, kulak verdiğiniz hemen her editör bu izlenime kapılmanıza yol açacaktır! Bir metni nasıl zor zahmet adam ettiğinden bahsetmek, editörün küçük dünyasına özgü avcı hikâyesidir, çapkınlık böbürlenmesidir.
Kitabı sahiplenmenin, iyi editörlüğün olmazsa olmaz’ı olduğunu söyleyelim. (“Büyük devlet adamı kahraman Rauf Denktaş”ın ölümsüz sözünü analım bu vesileyle: “Olmazsa olmazlar olmazsa, hiçbir şey olmaz!”)

Çok açık: Yayına hazırladığı kitabı kendi yazmış gibi benimsemek, editörlüğün pathos’udur. Mesele, bunu kıskançlıkla yapmakla empatiyle yapmak arasındaki farktadır. Editör-yazar ilişkisi hakkında geçen yazıyı hatırlatayım bu vesileyle...

Editörün, iktidarını kendi mevkii ve şanı adına değil, okuru/okunurluğu gözetmek adına, “kamu adına” kullandığını ara ara kendi kendisine hatırlatmasında fayda olabilir. Metni yazarla editörün iktisap davasından kurtarıp “kamulaştıracak” olan “ortak iyi”ye, her ikisinin de konumlarıyla, iktidarlarıyla, “ben”leriyle olabildiğince mesafelenip bir metin yoldaşlığı kurabilmesiyle ulaşılır.
Editörün, kırmızı kalemiyle metinde hata avına çıkmış sıfırcı öğretmene ya da bağnaz tahrirat kâtibine dönüşmemesi gerekir. “Batı”da, süslerden arındırma ve yalınlaştırma adına üslupsuzlaştırıcı, indirgeyici müdahalelere meyleden, hayli sert bir editörlüğün kurumlaşmakta olduğunu biliyoruz. (Söylemeye gerek yok, esas itibariyle non-fiction eserlerden söz ediyoruz.)

Az evvel değindiğimiz İngilizce etkisinin, tercüme sorunlarının, dilin “dağınıklığının” vs varlığını bilmek, böylesi düzleyici bir editörlükten kesinkes men etmeli. Aksi takdirde, alabildiğine kısır, kalıplaşmış bir dilin yerleşikleşmesine yol açılacaktır. Bu noktada, yayıncılığın yazarlarla ve bilhassa akademisyenlerle ilişkisinde bir potansiyel risk unsuru olarak gömülü bulunan anti-entelektüalizm çekirdeğine dikkat etmek gerekir. Editörler, –akademik veya “sivil”– yazarların kavramsal hassasiyetleri karşısında, malumatfuruşluk gibi görünebilen ayrıntı merakları karşısında, okur kamusunu esirgeyelim, koruyalım derken “barbarca” bir indirgeyicilikten, vülgarizmden, “eski” tabirle filistenizmden de sakınmalıdırlar kendilerini. Edebiyatta da, basbayağı imla “bilmeyenler” ile özgün imla ve sözdizimlerinde, hatta ortografilerinde ısrar eden yazarlar arasındaki ayrımı tartabilmeliler. (Bu konuda yine Necmiye Alpay’ın andığım kitabına göndermede bulunacağım, s. 138 ve devamına...)

Ya çevirmen?
Bu yazıyı –ve tefrikayı– bitireyazdığımda, editörlük sorunlarını ele alırken çevirmenleri “unuttuğumu” fark ettim. Bunu hatırlamamda, bu yazılarla ilgili görüşlerini paylaşma nezaketi gösteren çevirmen Feryal Halatçı’nın da katkısı olduğunu itiraf etmeliyim. Unutuş’ların çoğu gibi bu unutuşun ardında da bastırılmış bir sorun yükü saklı.

Editörler, çevirmenin ürününü, üzerinde serbestçe tasarrufta bulunulabilir bir hammadde olarak görmeye eğilimliler, genellikle. Çevirmen karşısında metne müdahale iktidarını, yazar karşısında olduğundan çok daha kısıtsız bir yetki olarak kendilerine hak sayıyorlar. Metnin “işlenmesi” sürecinde söz hakkını ancak sınırlı sayıda, “ismi olan” çevirmen kullanabiliyor. Bunun bir nedeni, birçok yayınevinin, iyi çevirmen temininde güçlük çekilmesi, önemsemezlik vs nedenlerle, çeviri işini acemilere yaptırmakta beis görmemesi. Aceminin hurda çevirisi redaksiyonda toparlanıyor –ki bazı yayınevleri buna dahi gerek görmüyor, yakın zamana kadar çoğu görmüyordu!–; sonuç elbette “iyi” değil, olsa olsa ilk taslağa göre daha az kötü bir çeviri oluyor. Asıl sonuç ise, bir kısırdöngü: İyi çevirmenlik teşvik edilmeyince, “aranmayınca,” iyi çevirmenler az sayıda olmaya devam ediyor... Bu konulara Tuncay Birkan, Aslı Biçen ve Işık Ergüden daha önce Virgül’de temas etmişlerdi (Birkan ve Ergüden sayı 54, Biçen sayı 55); onlarla beraber birçok çevirmen, bir süredir bir tartışma ve ortak girişim platformu oluşturma çabasını sürdürmekte.

Burada editörlüğü ilgilendiren mesele, editör-çevirmen ilişkisinin çoğunlukla bir hammadde teslimatı ilişkisiyle tüketilmesidir. “Kötü” çevirileri tamir hammaliyesiyle uğraşmak da, editörlerin çevirmenlere hınçla bakmasına yol açan bir tecrübe birikimi oluşturabiliyor! Oysa, yukarda ele aldığımız dil sorunlarını birçok editörden daha fazla ciddiye alan ve çözümler üreten çevirmenler var. Ayrıca çeviri mekanik bir işlem değil; çevirmenin ürünü de bir “eser”dir. Yaptığı işi ciddiye alan, bir “meslek” olarak önemseyen ehil çevirmenlerin –ki onların sayısı aralarında “isim/imza sahibi” olmuş olanlardan kesinlikle daha fazladır!– yayına hazırlık sürecine daha etkin katılımlarında kamu yararı olduğu kesindir. Editör-çevirmen ilişkilerinin, bu nokta-i nazarlardan, en az o kötü çeviriler kadar tamire muhtaç olduğu da kesin! Bunu söylerken, nedeni ne olursa olsun (piyasa koşulları, yayınevlerinin politikası vs), “iyi” ve “kötü” çevirmenler arasındaki mühim farkın baki olduğunu not etmeliyim – tıpkı “iyi” ve “kötü” editörler arasındaki fark gibi...

Ehliyet
Dönüp dolaşıp ehliyet sorununa gelmiyor muyuz? Ehil editör nereden, nasıl çıkar? Editörlük, fiilen, yarım kalmış/rota değiştirmiş akademik ilgiler ile bibliyofil bir otodidaktizm (“kendi kendini eğitmek/yetiştirmek”) arasında salınan bir uğraş. Böyle olması da, bu uğraşın, tefrika boyunca üzerine konuştuğumuz tabiatına uygundur. Otodidaktizmin bünyevi paradoksu, editörlüğe de yapışıktır. Otodidaktlık, “formel” eğitimin soğutabildiği heves ve heyecanı, kalıplayıp daraltabildiği araştırıcılık ve yaratıcılığı canlandıran bir etki de yaratabilir; vasatlığa, yarım-bilgiler ve anekdotlar üzerine inşa edilmiş bir “yarı-aydınlığa,” “okumuş-cahilliğe” destek de sağlayabilir. Adorno’nun 1959’daki makalesiyle (Suhrkamp, 1997.) ortaya koyduğu “yarı-tahsillilik” meselesi ile bir bağ kurabiliriz belki burada.

O, “kültür”ün eleştirelliğini yitirdiği, içine kapanıp “kendi kendine yeterli hale geldiği,” metalaştığı halihazır durumda; ortalıktaki malumat yığınına ve tahsil/“aydınlatma” bolluğuna rağmen, çağın bilincini yarı-tahsilliliğin belirlediğini söylemişti. Editörlük “işi”nden, bu çağ sorunuyla baş etmesini beklemeyeceğiz tabii. Fakat bu sorunun hep farkında olmasını beklesek, iyi olur.

Hiç yorum yok: