Tanıl Bora
Virgül Dergisi, Nisan 2004, sayı 72
Son zamanlarda Türkiye’de yayıncılığın meseleleri, daha çok korsan kitap vesilesiyle kamuoyu gündemine geldi biraz.
Korsan kitap meselesi gerçekten önemli. Ben, korsancılığı mazur göstermeye dönük teşebbüsler karşısında, Müge Gürsoy Sökmen’in Virgül’ün Eylül 1998 tarihli 11. sayısında yayımlanmış yazısını muska yapıp boynuma asıyorum ve geçiyorum. Yazacaklarım bununla ilgili değil.
Korsan meselesi üzerinden yürütülen tartışmalar, yayıncılığın ticari boyutuna odaklandı. Tartışmanın vesilesi itibariyle şaşırtıcı değil bu. Sadece korsan konusunun dolayımı değil, bütün alanlar gibi yayıncılıkta da ticarileşmenin hızlandığı, sertleştiği bir süreçten geçiyor olmamız, anlaşılır kılıyor bu odaklanmayı. İsmet Berkan’ın, Radikal’deki tefrika yazılarında, kitap yayıncılığının üzerine “kültür hizmeti” halesinin kondurulmasından şikâyetçi olurken, oradan çekip aldığı tutkuyu ve kutsiyeti, –birtakım Zihni Sinir hesaplarıyla da donatarak– bir marketing halesinin içine kondurması, zamanın ruhuna uygun.
Bu vasatta, yayıncı bir işletmeci olarak, iyi yayıncılık da doğru yatırım kararları vermeye dayalı bir serbest teşebbüs olarak tasavvur ediliyor. Elbette yayıncılığın böyle bir cephesi var. Ciddiye alınması, üzerine konuşulması, ufkunun açılması gereken bir cephe üstelik. Fakat bu cephesiyle tüketilemeyecek, aslına bakarsanız salt bu cepheye yığınak yapmakla iyi bir biçimde yürütülemeyecek bir faaliyet, yayıncılık. İyi yayıncılık veya isterseniz bir manada başarılı yayıncılık, iyi editörlük faaliyetini içermek zorunda. Firma olarak yayıncı, işletmeciliğin arsız diliyle konuşacaksak, “iyi editörlük hizmeti” satın almadığı takdirde, başarılı olamaz.
Safiyetle söyleyeceğim: Yayıncılığın cevheri, editörlüktedir.
Ticari saikin baskın hale geldiği bir ortamda, işletmeci sıfatıyla yayıncının denetimindeki “iyi editörlük hizmeti” özerkliğini ve heyecanını yitirir, rutinleşir, düzleşir, yozlaşır mı? Yoksa tersine, profesyonelleşir, incelir, yetkinleşir mi? Bu tartışmayı da erteliyorum. Daha doğrusu, bu tartışmaya ilişkin verileri de devşirmek üzere, editörlüğün konumu ve “meseleleri” üzerine konuşmak istiyorum.
Editör kelimesi, bir on yıl öncesinde, pek kullanımda değildi. Şimdiyse hayli revaçta. Daha ziyade medyadaki editörlük mevkileri sayesinde, itibarlı bir etiket haline geldi. O itibarın ışığı, biraz olsun, yayınevi/kitap editörlüğünün de üzerine vurdu. Birçok yayınevinde “editör” kimliğiyle özdeşleşmiş ve öyle tanınan bir küçük nüfus oluşmuş bulunuyor. Buna karşılık, Türkiye’de tartışılan bütün konular arasında en başta gelen “kurumlaşma” sıkıntısı burada da söz konusu: Editörlük, bu sıfatı taşıyanların “kurumlanmasını” sağlayan bir iş olmakla birlikte, tam anlamıyla “kurumlaşmış” değil.
Türkiye’de tartışılan bütün konuların baş konusu olan kurumlaşma meselesinin sabit sorusu olan “Batı’da bu iş nasıl?”dan hareket edersek, yayıncılığın endüstriyel bir sektör haline geldiği ortamlarda, belirginleşmiş bir iş bölümü olduğunu görürüz. Öncelikle lektörlük-editörlük-redaktörlük işleri ayrışmıştır. Lektör, yani okuyucu, bir tür üstat-editör olarak, basılacak kitaba karar verir. Bu kararla birlikte, telif bir metinde yapılacak değişikliklerle ilgili önerilerde bulunur. Bu önerilerin hükmü, gerek üstadın gerek yazarın rütbesine göre, tavsiye niteliğinde olmaktan emredici olmaya dek değişebilir. Editör, yayına hazırlayandır; dosyanın/metnin kitaba dönüşmesi sürecini “yönetir.” İçerikle ve biçimle ilgili önerilerde bulunur; kâh yazarla veya çevirmenle birlikte mesai yaparak kâh resen müdahale ederek, metinle oynar.
Bu işi ghost-writer seviyesine vardıranlar, yani kitabı oturup yeni baştan yazanlar da eksik değildir! Bu arada diyelim tarih konusunda, diyelim ekonomi konusunda uzmanlaşmış, işi gücü bu alanlardaki metinleri tamir etmek olan editörler de vardır. Redaktör ise, metnin maddi işleriyle boğuşur; imlayı, tashihleri, gerekirse dipnot-atıf düzenini vs hale yola koyar. Bu şemayı bire bir almayın.
Grossmarket boyundaki yayınevlerinde bu işlevler kendi içinde de kademelenebilmektedir. Tersine, görece küçüklerde veya butik-yayınevlerinde ise, bu üç işlevin ikisini (pek ender olarak üçünü) birden üstlenen azimkâr eski usul editörler görülebilir. (Şu da var: Bilgisayar teknolojisinin gelişmesine bağlı olarak, birçok yayınevi redaktörlük hizmetini anahtar teslimi şeklinde yazardan/çevirmenden talep etmeye yöneldi birkaç yıldır.) Benim burada anlatmak istediğim, bu üç işlevin, ayrı mütalaa edilmesi gereken işlevler olduğu. Aslında iki işlev daha eklemeliyiz buraya. İşletmeci olarak yayıncının işlevi ve kitabın “üretim sonrası” işlerini, reklamını/tanıtımını yürütenlerin işlevi. Bu iki işlev, endüstrileşme sürecinin kemale erdiği ortamlarda, kesin olarak ayrışmıştır.
Türkiye’deki tecrübesinde, bu ayrışmalar o kadar belirginleşmiş değil. “Türk editörü” genellikle bu üç işlevin toplamını ifade ediyor; ya da, ortalamasını. Lektörlük-editörlüğün işlevleri, tabiatları icabı zaten iç içe geçmeye yatkın. Ama onun yanında editörlükle redaktörlük de çoğu zaman iç içedir. Editörlerin “düz” redaktörlük işlerinde hatta yayına hazırlama sürecindeki daha “aşağı” amele işlerinde kalem sallayıp klavye tıkırdatması, istisna sayılmaz. Yayıncı ile lektör-editörlerin ayrışması ise, bazı holding uzantısı yayınevleri dışında, istisna sayılır. Lektörlüğü bir mutemet editöre emanet etmiş işletmeci-yayıncılar vardır, ama kendisi de “yazı adamı” veya en azından “tutkulu okur” ününe sahip naşirler de çoktur. Keza, editörlük işlevinden ayrı bir “halkla ilişkilercilik” makamı da, yine bir şirketler grubunun reyonu niteliğindeki yayınevleri dışında, istisna bile değildir.
Peki bu iyi mi kötü mü?
Şimdi, ertelediğimiz tartışmaya biraz girebilirim. Batılı yayıncılığın işleyişine aşina olanlar, –tabii kimileri– burada “bizim geriliğimizi” görürler. Handiyse Louis Vitton ya da ne bileyim, Bosch denli haşmetli yayıncılık markalarının, bir kitabın yayın tarihi için bir buçuk yıl sonrasına gün vermesinden, bu güce hayranlık duyarak bahseder; buralardaki editörlerin akademik vukufunu, metinleri revize ediş ve ettirişlerindeki otoriteyi huşuyla anarlar. Cool bir profesyonellik vardır oralarda gerçekten. (Tabii yine büyüklerde böyledir; zanaatkârane işleyişini sürdüren ufarak yayınevleri “Batı”da da soluk alıyor hâlâ.)
Profesyonelleşme, editörlüğün özgül bir etkinlik, bir “angajman” olarak kurumlaşması bakımından gerekli ve iyi, şüphesiz. Akademisyenliğe, reklamcılığa, gazeteciliğe vs hamle edilip de kırılmış heveslerle idareten yapılan bir iş olmamalı editörlük. Devamlılığı olan, deontolojisi olan, kendi entelektüel âlemini kuran bir iş olmalı.Ama ben Türkiye’de editörlüğün fiili iş tanımındaki muğlaklıkta, dağınıklıkta, aşırı-profesyonelleşmiş bir editörlük faaliyetinin eksiltebileceğini zannettiğim bir heyecan ve tutkunun pınarını da görüyorum. “Kitap hazırlama” uğraşının her bir aşamasına ara ara bulaşıyor olmak, yayıncılıkta eksik kalmaması gereken hazza katkıda bulunur.
Ulu editörlük mevkii ile mütekâmil düzeltmenlikten ibaret angaryalar arasında mutlak bir kopukluk olmaması, nefsi terbiye edicidir: Kitaba “değen” her beşeri varlığın kapılabileceği, uhrevi bir işle uğraşıyor olma duygusunun, sersemce bir burnu büyüklüğe dönüşmesini önleyebilir. Hatta bu bakımlardan, editörlük faaliyetinin meraklı öğrencilerin, meczup bibliyofillerin mevsimlik işçiler gibi gelip geçmesine açık olması da, insanların özlük hakları korunduğu ve yapıyı bu gelgitlere dayanıklı kılacak sabiteler var kaldığı müddetçe, hayırlıdır ve neşe verir!
Evet, bir yayınevinin bir yazara, bir metne, dahası okura sağlayacağı, sermayeden, teknik üretim hizmetinden ve pazarlamadan öte bir şey varsa; bu, “iyi editörlük”tür. “İyi editörlük” nasıl olur, tartışmaya devam edeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder